4 Şubat 2019 Pazartesi

Prof. Dr. Anıl Çeçen, ‘Venezuella’da neler oluyor’u değerlendirdi: “TANRIYA ÇOK UZAK AMA ABD’YE ÇOK YAKIN” (NT GAZETE’den,Gazeteci-Yazar: Nuray BAŞARAN ile Röportaj, Ankara: 04 Şubat.2019-Pazartesi)

TANRIYA ÇOK UZAK AMA ABD’YE ÇOK YAKIN!..

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 4 Şubat 2019


S-1-ABD’nin Venezuella’ya karşı başlattığı düşmanca müdahaleyi nasıl yorumluyorsunuz ?Neden böyle bir saldırıya kalkışmakta ?

C-1 - Söyleşimizin başlığı , Latin Amerika’nın dünya coğrafyasındaki yerini belirlemek ve bu doğrultuda geleceğini açıklamak üzere söylenmiş olan bir sözdür . Sadece Venezuella’nın değil ama bütün güney Amerika’nın kaderi için ifade edilen bir açıklama olarak, söyleşimizin başlığı bugünkü siyasal gelişmeleri de açıkladığı gibi aynı zamanda güney yarıküresinde yer alan Latin ülkelerinin de kaderleri hakkında genel bir açıklama getirmektedir . Coğrafyanın bir ülkenin geleceğini belirlemesi gibi aynı zamanda jeopolitik biliminin sonucu olarak, devletlerin dünya haritasındaki konumları da ülkelerin kaderleri hakkında da belirleyici olmaktadır .Venezuella isimli Latin Amerika ülkesinin bugün başına gelenleri de böylesine bir yaklaşım çerçevesinde açıklamak mümkündür .ABD , güney Amerika kıtasının tepesinde yer alan bir kuzey ülkesi ve emperyalist bir devlet olarak kaldıkça , Latinlerin geleceklerinin bağımsız ve özgürlükçü bir çizgide gelişmesi pek de mümkün görünmemektedir . ABD ortak bir kıta üzerinde yer alan güney Amerika ülkelerinin hepsine, istediği anda operasyon yaparak buradaki devletlerin geleceği ile oynayabilmektedir.

ABD devlet olarak teşkilatlanmasını tamamladıktan sonra cumhurbaşkanı James Monreo döneminde “Amerika Amerikalılarındır “ ilkesi ile hareket ederek , Amerikan kıtasındaki yabancı emperyalistler olan İngiltere,Fransa, İspanya ve Hollanda gibi Avrupa devletlerini dolaylı yollardan kovarak , onların yerini almış ve yeni bir emperyalist güç olarak eski Avrupa sömürgelerini ABD sömürgelerine dönüştürmeye çaba göstermiştir . Aslında her sömürgeci gücün önce kendi etrafını kontrol etmeye yöneldiği gibi , ABD de yeni emperyal güç olarak üzerinde yer aldığı Amerikan kıtasını kendi denetimi altına alabilmenin yollarını aramıştır . Önce Amerikan Devletler Topluluğu gibi bir örgütlenme ile eski Avrupa sömürgelerini kendine bağlamaya çalışmış ama bu yumuşak girişiminden istediği sonucu elde edemeyince , çeşitli olayları ya da siyasal gelişmeleri gerekçe göstererek güney Amerika ülkelerinin hepsine müdahale edebilmenin arayışı içinde olmuştur . Bugünkü dünyada ABD’nin süper emperyal güç olarak etkin olmasının ilk adımı , ABD’nin kendi kıtasındaki bütün ülkeler üzerinde hegemonya kurmasıdır . Kendisi de eski bir İngiliz sömürgesi olan ABD , Avrupa köklerinden gelen hegemonik siyasal birikim ile hem yeni bir emperyalist güç olarak örgütlenmiş hem de Amerikan kıtasındaki ülkeleri mutlak kontrolü altına alarak ve kıtasal bir güç görünümünde dünya sahnesine çıkarak diğer kıtalar üzerinde de kıtasal yapılanmadan gelen gücünü emperyalist bir doğrultuda kullanmıştır . Avrupa kıtasında birkaç tane emperyal güç birlikte var olurken , ABD kendi kıtasında tek emperyal devlet olarak öne çıkmış ve bu doğrultuda Amerikan kıtasındaki tüm devletler,emperyal ABD’nin her türlü kirli oyununa sahne olan arka ve ön bahçe ülkeleri konumuna zorla sürüklenmişlerdir . Venezuella’nın da diğer Latin ülkeleri gibi arka bahçe konumuna sahip olması dolayısıyla başına gelen emperyalmüdahaleleleri, ABD son çıkışı ile devam ettirmektedir.

S-2- Bir ülkenin yönetimine 21 yüzyılda hangi amaçla müdahale edilebiliyor ?

C-2- Emperyalizm bir siyasal olgu olarak var oldukça , dünyanın bütün ülkeleri emperyal güçlerin her türlü dış müdahalelerine açık bir konumda varlıklarını sürdürebilmektedirler . Her emperyal güç önce kendi etrafındaki bölgeleri kontrolü altına almaya çalışmakta, daha sonra da diğer emperyal devletler ile rekabete kalkışarak dünya kıtaları üzerindeki hegemonya alanlarını genişletebilmenin yollarını aramaktadır . Bu doğrultuda , ABD önce kendi kıtasında etkinliğini artırırken , evrensel alanda geçerli olan hegemonya mücadelesi sürecinde diğer kıtalar üzerindede hegemonya genişletmesi çabası içine girmektedir . Bu nedenle bugünkü durumda bütün dünya devletleri emperyalizmin oyun alanları olarak Venezuella ile aynı kaderi paylaşmaktadırlar .Venezuella’nın halkın oyları ile seçilmiş meşru yönetiminin hedefe alınması gibi ,Türkiye’nin de içinde bulunduğu bütün dünya devletleri yarın aynı duruma düşürülebilirler . Dün Irak,Suriye ve Libya’ya askeri saldırılar yapıldığı gibi bugün de benzeri bir saldırının ön koşulları Venezuella ‘ya yapılan müdahale ile hazırlanmaktadır . Okyanus ötesi güç kendi kıtasından aldığı destek ile diğer kıtalar üzerinde hegemonya saldırılarına kalkışarak bütün dünyayı Sam amcanın çiftliğine çevirebilmenin arayışı içindedir .

Yirmi birinci yüzyıla girerken , batının karşı kutbu olan Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine , ABD’nin süper güç konumuna gelmesi ile geliştirilen küreselleşme akımı aracılığı ile tek kutuplu bir dünya yaratılarak , ABD’nin Amerikan kıtasının ötesinde bütün dünya kıtaları üzerinde mutlak egemenliği hedeflenmiş ama Amerikan devleti içinde ortaya çıkan Hırıstıyan-Yahudi kavgasıileCİA-Pentagon çekişmesi yolu ile devlet içinde karışıklık ortaya çıkması yüzünden , ABD giderek içine dönmek zorunda kaldığı için, dış dünyadaki egemenliğini tam olarak geliştirememiş ve bu durumda da tek kutuplu dünya yerine çok kutuplu bir yeni düzen devreye girmiştir . Bu aşamada Rusya, Çin ile bir araya gelerek aralarına Hindistan ile birlikte Brezilya’yı da içine alan bir batı karşıtı yeni küresel blok girişimi olarak BRİC ittifakını örgütlemiştir .Rusya,Çin ve Hindistan gibi Avrupa kıtasından daha büyük devletlerin birlik olmaları batı emperyalizminin önünü kesmiş, Brezilya gibi bir güney devletinin ABD’nin kontrolü dışına çıkarak Latin Amerika kıtasının temsilcisi olarak dünya sahnesine çıkmasıyla birlikte , ABD’nin güney Amerika üzerindeki ağırlığını ciddi olarak sarsmıştır . Brezilya’nın Amerikan devletleri örgütünün dışına çıkarak yeni bir büyük devlet olarak doğulu süper güçler ile alternatif birlik arayışı içine girmesi , ABD’nin süper güç konumunu sarsıntıya uğratarak yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur . Brezilya’nın önünü kesemeyen ABD İngiliz sömürgesi Güney Afrika Cumhuriyetini görünüşte Afrika kıtasının temsilcisi olarak ama aslında batı blokunun casusu olarak BRİC ittifakının içine girmesini sağlamıştır .Güney Afrika aracılığı ile BRİC ittifakını dışarıdan yönlendirmeye kalkışan ABD , batı blokuna karşı ortaya çıkan küresel BRİC ittifakını devre dışı bırakabilmenin arayışı içine girmiştir .

ABD’nin bugün Venezuella’ya yaptığı dış müdahalenin asıl hedefi güney kıtasının patronu konumundaki Brezilya devletidir . Bugün Venezuella’da sendikacı kökenli başkan Maduroöncesinde , Brezilya’nın iki sendikacı cumhurbaşkanını başkan Lula ve yardımcısı olarak sonradan başkanlığa gelen kadın başkanı çamur atma operasyonları ile devre dışı bırakarak ,ABD askeri konumundaki yeni yöneticileri Brezilya devletinin başına getirmiştir . ABD’nin küreselleşme sürecinde dışa dönük emperyal güç olması gelişirken , Brezilya’nın başına emekçi kitlelerin temsilcisi olarak iki sendikacının gelmesi , bu ülkenin dışa bağımlı işbirlikçi burjuva sınıfını ABD ile ortak eyleme sürüklemiş ve bu ülkede iktidar sendikacı emek kesimi yöneticilerinin elinden alınarak ABD emperyalizminin emir eri konumundaki politikacılara teslim edilmiştir . Brezilya’yı bir Trump taklitçisi başkana teslim eden ABD ,bu durumun getirdiği rahatlık içinde Venezuella’ya müdahale etmeye başlamıştır.

S-3-Batı emperyalizmi, emperyal müdahalelerini nasıl demokrasi gibi göstermektedir ?

C-3- Batı dünyasının medeni ve emperyal olarak iki yüzü vardır .Batı uygarlık hikayeleri ile dünya halklarını uyuturken ,dışarıdan her türlü emperyal müdahaleyi örgütleyerek hem dünyayı karıştırmakta ,hem de bu karışıklık içinde kendi çıkarları doğrultusunda siyasal gelişmeleri yönlendirmeye çalışmaktadırlar . Devletlerin önünü keserek kendi ülkelerini adam gibi yönetmelerine izin vermemektedirler .Uluslararası örgütler üzerinden yardım ediyorlarmış gibi görünürken ,aslında kendi emperyal çıkarları doğrultusunda her türlü dış müdahaleyi gerçekleştirebilmektedirler . Dünya devletlerinin yöneticileri bu gibi durumlara karşı çıktıkları zaman onların yerine hemen kendi adamlarını getirerek etkinliklerini artırarak sürdürebilmektedirler . Çağdaş uygarlığın temsilcisi gibi kendisini gösteren batılılar ,sahip oldukları sömürgeci konumlarını koruyabilme doğrultusunda her türlü emperyal senaryoları , satın aldıkları işbirlikçi kadroları ve istihbarat örgütleri aracılığı ile tezgahlayarak dünya uluslarının kaderleri ile oynayabilmektedirler .

Batı karşıtı sosyalist blokun dağılmasından sonra kendi uygar görünüşlerini demokrasi kavramı doğrultusunda açıklayan Avrupa ve Amerika emperyalistleri , demokrasi kavramını yücelterek insanlık dışı emperyal saldırganlıklarını gizleyebilmenin çabası içine girmişlerdir . Gerçek anlamda bir halk yönetimi olması gereken demokrasiyi sermaye egemenliğine dönüştürerek , yeni aşamada demokrasileri kapitokrasi adı altında sermaye egemenliği düzenlerine dönüştürmüşlerdir .Uluslararası alanda tekelci konuma gelen büyük şirketler kendi devletlerini ele geçirdikten sonra diğer dünya devletlerini de kendilerine mutlak anlamda bağlı işbirlikçi burjuva sınıfı temsilcileri ile yeni sömürge düzenine mahkum etmektedirler .Normal koşullarda devletlerin vatandaşı konumundaki halk kitlelerinin kendi ülkelerinin geleceğine egemen olması gerekirken , işbirlikçi burjuvalar aracılığı ile küresel şirketlerin evrensel düzenleri bütün dünya ülkelerinde kurulmaya çalışılmakta ve geçmişten gelen emperyalizm küreselleşme görünümünde süper bir emperyal düzen olarak öne çıkarılmak istenmektedir . Bugünün koşullarında iflas etmiş bir batı bloku artık dünya kıtalarına demokrasi rüzgarlarını götürememekte ama Irak’ta olduğu gibi demokrasiyi taşıma görünümü altında yeni emperyaldüzenlerin temelleri atılmaktadır .

Batının sermaye düzeni giderek bir finans kapital düzenine dönüştükçe , kapitalist düzende para miktarı artmakta ve zenginlik giderek bir avuç azınlığın elinde toplanmaktadır . Beşte bir toplumu yaratmak üzere yola çıkan çağdaş kapitalistler , finans kapital düzeninde süper zenginler konumuna gelirken yüzde bir toplumu yaratarak insanlığın büyük çoğunluğunu işsizlik ve açlık düzenine mahkum etmişlerdir . Dünya halklarını böylece karşılarına alan süper zenginler , var olan demokrasi düzenlerini sermaye egemenliği anlamında kapitokrasiye dönüştürerek , yönetimleri ve medya organlarını satın alarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadırlar. Yeni çağda emperyalizm finans kapital merkezli olarak örgütlenirken , son derece hızlı gelişen teknolojinin verilerini de kullanarak yoksul halk kitlelerine karşı kendi egemenlik düzenlerini koruyabilmenin çabası içine girmişlerdir .Demokrasi kavramı üzerinden , insan hakları konusunda hassas olduğunu ileri süren batının emperyalistleri , dünya ülkelerinin yer altı zenginliklerine el koyarken ,her türlü saldırı ve işgal girişimini normal görmekte ve insanlık dışı emperyal müdahaleler ile kendi çıkar düzenlerini geleceğe dönük bir biçimde sürdürebilmenin girişimlerini birbiri ardı sıra gündeme getirebilmektedirler . Böylesine bir istismar düzenine karşı çıkan doğunun temsilcileri olarak Rusya,Çin ve Hindistan yanlarına güneyin temsilcisi olarak Brezilya’yı da alarak batı emperyalizmini dengeleyebilmenin arayışı içine BRİC yapılanması ile girmişlerdir . ABD’nin son Venezuella atağı bu kutuplaşmaya batı blokunun tepki göstermesi olarak değerlendirilebilir .

S-4- ABD neden Venezuella’ya karşı çıkıyor ve bu ülkenin iç işlerine müdahale ederek gelecekte dünyayı bir kaos ortamına sürükleyebilecek bir emperyal müdahaleyi zorluyor ? Bu ülkeye karşı geliştirilen düşmanlığın arkasında ne gibi nedenler bulunmaktadır . ?

C-4-Küreselleşme döneminde çeyrek yüzyıl geride kalırken , ABD bir türlü küresel emperyalizmin istediği gibi tek merkezli bir emperyal düzenin merkezi ülkesi konumuna gelememiştir . Sosyalizm bir sistem olarak devre dışı kalınca , bütün devletler yeni dönemde kendi çıkarları doğrultusunda yeni arayışlara girişmişlerdir . Venezuella’damütavazi bir dünya ülkesi olarak kendi ulusal çıkarlarına öncelik veren bir arayışa girmiştir . Yeni aşamada Putin Rusya devlet başkanı olarak Brezilya ‘ya zaman zaman gelirken , dünyanın bir numaralı petrol zengini olarak Venezuella ile de yakından ilgilenmiştir . Rusya desteği ile Brezilya’da sendikacılar devlet başkanlığına gelirken , Venezuella’da ordu devreye girerek kendi temsilcisi olan Albay Hugo Chavez’i devlet başkanlığı görevine getirmiştir . Batının emperyal devletleri ABD öncülüğünde dünya ülkelerinin doğal zenginliklerine el koyarlarken , Venezuella petrolünü Amerikan petrol tekellerine karşı koruyacak halkçı bir yönetim Chavez’in öncülüğünde gelişmiştir . Chavez göreve gelir gelmez Brezilya’daki Lula rejimi ile yakın işbirliğine girmiş ve iki büyük Latin ülkesi ABD emperyalizminin güney Amerika bölgesini kendi pazarları konumuna düşürmesini önleme doğrultusunda ,Alba ya da Mercosur gibi bölgesel ittifaklara yönelmişlerdir. Ayrıca iki güney ülkesi bir araya gelerek ABD-İngiltere ortaklığındaki Kuzey Atlantik ittifakına karşı SATO adı altında güneyin askeri ittifakını oluşturmaya çalışmışlardır . Ayrıca Brezilya ve Venezuella ikilisi sömürge düzeninin bekçileri olan İMF ile Dünya Bankası’na karşı Güney’in Bankası’nı tıpkı Çin’in örgütlediği Asya Bankası gibi kurmuşlardır .İki ülkede işbaşına geçen sendikacıların ve askerlerin öncülüğünde oluşturulan halk iktidarları emperyalizme karşı yeni bir adil düzenin kurulmasına yöneldikleri aşamada, ABD öncülüğünde emperyalistlerin müdahalesi ile karşı karşıya kalmışlardır .

Venezuella dünyada en büyük petrol rezervlerine sahip olan bir ülke olarak her zamanemperyal güçlerin dikkatini çeken bir ülkedir . ABD petrol tekelleri bu ülkenin enerji yataklarına el koyabilmek için , bu gün eski bir otobüs şoförü olarak sendikacılıktan gelen Maduro iktidarının halkçı yönetimine karşı çıkarak, bu ülkeyi işgal edebilmenin ya da yönetimine el koyabilmenin arayışı içine girmektedirler . Venezuella’ya karşı gündeme getirilen dış müdahalenin arkasında doğal olarak bu ülkenin petrol kaynaklarına el koymak var. Bunun yanısıraVenezuella devletinin Brezilya ile işbirliği yaparak ortaya çıkardığı antiemperyalist tavır da müdahaleyi hazırlayan nedenlerden birisi olarak öne çıkmaktadır . Latin dünyasında ABD ve emperyalizm karşıtı bir çizgide hem bölgesel örgütlenmeler ortaya koymak hem de küresel alanda batı emperyalizmine karşı doğu ve güney bölgesi ülkelerini bir araya getirmek gibi anti empperyalist suç işleyen Venezuella’nın kapitalist mantığa göre cezalandırılması gerekiyordu . ABD’nin yeni saldırgan başkanı Trump, bu ülkenin Meclis başkanının devlet başkanı yerine koyarak , emekçi halk güçlerinin temsilcisi olan sendikacı başkan Maduro’yu devre dışı bırakmaya çalışmıştır . Ne var ki , aradan geçen zaman içinde Venezuella devleti ile ordusunun , halk kitleleri ile birlikte meşru seçimler yolu ile işbaşına gelmiş olan halkçı ve ulusalcı başkan Maduro’nun yanında oldukları ve onu sonuna kadar desteklemeye kararlı oldukları görülmüştür . ABD’nin en zengin petrol ülkesine müdahale ederken bazı batılı ülkeleri yanına alması, dünya halklarının tepkilerini dengelemeyi amaçlamış ama bir avuç ülkenin dışında kalan onlarca ülke antiemperyalist çizgide Madura yönetimindeki Venezuella’ya arka çıkmışlardır . Irak ve Suriye gibi ülkelere demokrasi görünümünde terör ,saldırı,işgal ve savaş götüren Amerikan emperyalizminin aynı oyunu Venezuella’da oynamak istemesine bütün dünya devletleri karşı çıkmaktadırlar .

S-5-Tam bu aşamada diğer dünya devletleri gibi anti emperyalist bir çizgide Türkiye’nin Maduro yönetimindeki Venezuella’yı desteklemesini nasıl görüyorsunuz ?

C-5- Türkiye Cumhuriyeti soğuk savaş döneminde batı ittifakı içinde yer aldığı için , batının emperyalist ülkeleri ile dünya devletleri arasında çatışma ya da savaş gibi olaylar ortaya çıktığı zaman doğal olarak batının yanında yer alıyor ve kendisi emperyalist bir ülke olmamasına rağmen emperyal saldırı ve işgalleri ya haklı görüyor ya da destekleyerek aslında kendi ulusal çıkarlarına aykırı bir yönde hareket ediyordu . Batı destekli işbirlikçi yönetimlerin Türkiye yönetiminde etkili olması nedeniyle ortaya çıkan bu çarpıklık yüzünden, Türkiye her zaman uluslararası politik alanda her zaman kaybeden bir ülke konumundan bir türlü kurtulamıyordu .Batının emperyalist devletleri Asya ve Afrika ülkelerini hegemonya alanı olarak görürlerken, benzeri bir yaklaşımı Türkiye için de benimsiyorlar ve bu doğrultuda Türkiye jeopolitik olarak dünyanın merkezi ülkesi olmasına rağmen kenar ya da kıyı ülkeleri gibi ikinci sınıf bir konuma sürükleniyordu .Batının desteklediği merkez sağ iktidarlar Türkiye’yi batının dümen suyunda tutarlarken ,Avrupa Birliğine alınmayan Türkiye bir Asya ülkesi konumuyla her zaman kaybeden bir ülke durumuna sürüklenmekten kurtulamıyordu . Avrupacı ,Amerikancı ya da İsrailci yönetimler Türkiye’yi her zaman için batı üçgeni içinde tutarak diğer dünya devletleri ile Türkiye’nin yakınlaşmasına izin vermiyorlardı . Bu nedenle de Türkiye bir türlü kendi çıkarlarına destek sağlayacak bir bölgesel ya da evrensel devletler birliği oluşumlarına bağımsız bir statüde katılamıyordu .

Zamanında Cezayir bağımsızlık savaşını görmezden gelen ve emperyalFransız devletinin yanında yer alan Türk devleti bu tür hatalara batılı büyük devletlerin baskıları ile sürüklendiği için Büyük Atatürk’ün her fırsatta dile getirdiği mazlum uluslarla yakınlaşma ve dayanışma içine girme şansından Türkiye her zaman için yoksun kalıyordu . Bu yüzden de Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşlarda Türkiye hep masada haklarını kaybetmekten bir türlü kurtulamıyordu . Şimdi gelinen yeni dönemde batı bloku dağılırken , Avrupa ile ABD , İngiltere ile İsrail çekişmeler içine sürüklenirken ,Nato ittifakının önemini kaybettiği bunun yerine bir Avrupa Ordusunun ABD emperyalizmine karşı kurulma aşamasına gelindiği görülmektedir . Avrupa ülkeleri üzerinde hegemonyasını kaybetme aşamasına gelen ABD ise, yeni dönemde Orta Doğu petrollerini kimseye kaptırmamak üzere Arap devletleri ile birlikte , Orta Doğu stratejik işbirliği adı altında bir Arap Nato’su oluşturmaya çalıştığı yeni dönemde, Türkiye daha bağımsız hareket etme şansını elde ettiği için bu durumdan yararlanarak ABD emperyalizminin Venezuella’ya müdahalesine karşı çıkarak bu ülke halkının meşru temsilcisi olarak devletin başına geçmiş olan Maduro yönetimine destek çıkmıştır . Türk dışişleri bakanlığının Türkiye Cumhuriyetinin Venezuella halkının yanında olduğunu resmen açıklamasıyla, Türkiye ilk kez uluslararası alanda emperyalizme karşı dünya halklarının yanında yer almıştır .Daha önceki dönemlerde zaman zaman bir araya gelen iki devlet başkanı arasında başlayan yakınlaşma ortamı , emperyalist dış müdahalelere karşı iki ülkenin ortak bir dayanışma içine girmesine yardımcı olmuştur . Küresel emperyalizm döneminde batılı büyük ülkelerin baskısı giderek artarken, dünya halklarının kendi devletleri aracılığı ile her türlü dayanışmaya girerek , özgürlük ve bağımsızlıkları ile birlikte sahip oldukları hakları da yitirmemek için uluslararası bir dayanışma içinde olmaları gerekmektedir . Bu nedenle emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşı verilerek kurulan devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti , kendisi gibi emperyalizmin saldırısına uğrayan dünya ülkelerinin yanında yer alarak zor günlerinde onlarla birlikte olmak durumundadır . Güneşin doğudan doğduğu gibi doğunun mazlum uluslarının dünya sahnesinde öne çıkarak ortamı aydınlatmaları ile insanlığın emperyalizm belasından kurtulma süreci hızlanacak ve daha adil ve eşitlikçi bir yapılanma yeni dünya düzeni içinde gerçekleşme şansı bulacaktır .

S-6-Söyleşinizin başlığında yer alan , “Tanrıya çok uzak , ABD’ye çok yakın “ nitelemesi ile neyi anlatmaya çalışıyorsunuz ?

C-6- Bu günümüzün kahramanı konumundaki Venezuella’nın içinde bulunduğu durumu açıkça ifade etmek için kullanılan bir değerlendirmedir . Beş yüz yıllık emperyalist dönemde bir çok haksızlığa uğrayan ve kuzeydeki süper güç olarak ABD emperyalizmi ile sürekli olarak uğraşmak zorunda kalan Latin ülkelerinin içinde bulundukları durumu, en açık bir biçimde açıklayan bir değerlendirme olarak da görülebilir .Onbeşinci yüzyıl sonrasında Avrupa kıtasından gelen göç dalgaları ile insanların yaşamaya başladığı Güney Amerika kıtası beş asırlık bir sömürgecilik uygulamasının hegemonya alanı olarak her zaman dünya gündeminde önde gelen bir yere sahip olmuştur .Önce İspanyolların geldiği bu kıtada nüfus zamanla artmış , Portekizlilerin öncülüğünde kıtanın orta bölgesi işgal edilerek Brezilya devletinin tarih sahnesine çıkması sağlanmıştır . İspanya’dan kovulan Yahudiler Portekiz aracılığı ile Brezilya devletini kurarlarken , İspanyolların bütün kıtaya egemen olmasını önlemişler ve bugünkü Venezuella topraklarında kurdukları Caracas kentini merkez yaparak bütün Güney Amerika’nın SimonBolivar’ın önderliğinde bağımsızlığa kavuşmalarını sağlamışlardır . Adına Bolivya ismi ile bir devlet kurulan SimonBolivar , bugünküVenezuella’nın başkenti olan Caracas’a yerleşerek Latin Amerika’nın bağımsızlığını İspanyol ve Amerikan emperyalizmlerine karşı savaşarak elde etmiştir . Tıpkı Türkiye gibi batı emperyalizmine karşı savaşarak bağımsızlıklarını elde edenLatin ülkelerinin, tarih sahnesine çıkış noktası olan antiemperyalist çizgideki varoluş mücadelesinin bugün de bu ülke halklarının kazanılmış haklarının korunması doğrultusunda,hem politikada hem de diplomasi alanında geçerli olmasında ,dünya barışı açısından yarar vardır .

Uzun süren savaşlar sonucunda İspanyol emperyalizminin işgalinden kurtulmuş olan Latin ülkelerinin daha sonraki dönemde ABD emperyalizminin kucağına düşmüş olması , Latin halklarını uzun süreli faşist yönetimlere mahkum kılmıştır . ABD Güneydeki ülkelerin bağımsız hareket etmelerini önlemek üzere her türlü komplo ve siyasal oyunun peşinde olmuş , Küba adasında bir ara ortaya çıkartılan Komünist rejimi bahane ederek ve kullanarak Latin ülkelerinde tırmandırdığı terör aracılığı ile Avrupa tipi parlamenter demokrasiden bu ülkeleri uzaklaştırarak, güney ülkelerini planlı bir biçimde iç karışıklıklara sürüklemiş ve sonunda bütün Latin ülkeleri soğuk savaş yıllarında yarım yüzyıllık faşist yönetimlere mahkum kılınmıştır . Başkan babaların sonbaharı hiçbir zaman bitmemiş ve ABD destekli generallerin cuntaları işbaşına gelmiş ve Latin halkları faşist babaların otoriter yönetimlerinden bir türlü kurtulamamışlardır . Askeri rejimlerin getirdiği kolay müdahale ortamlarında her zaman emperyalist güçlerin istekleri olmuş ,halkın serbest seçimlerle işbaşına getirdiği sol ve sosyalist rejimler askeri darbeler aracılığı ile ortadan kaldırılarak ,binlerce insanın katledildiği ya da uçaklar ile okyanus sularına atıldığı diktatörlük rejimleri Latin dünyasını çağdaş uygarlığın ışığından uzaklaştırmıştır . CİA destekli terör ve iç karışıklık senaryoları bütün ülkelerde gündeme getirilerek , bunların gerekçe olarak kullanıldığı darbe ortamları yaratılmıştır .

Bugün gelinen yeni noktada Venezuella bir kez daha dış müdahaleler aracılığı ile yeni bir darbe senaryosuna alet edilmeye çalışılmaktadır . Bu durumu bütün demokratik ülkeler ve halklar görerek anti emperyalist çizgide bu ülkenin yanında yeralırsa , ABD’nin çok yakında olmasından kaynaklanan riskler giderilebilir ve o zaman tanrının çok uzak olması ile ifade edilen haksız girişimler önlenerek , bir dünyaülkesi olarakVenezuella’nın yeni bir emperyal saldırıya hedef olması önlenebilir . Dünya halklarının dayanışması ile ve Latin ülkelerinin işbirliği ile ABD saldırganlığının önüne geçilebilirse ,işte o zaman haksızlıkları önleyecek olan Tanrının pek de uzakta olmadığı görülebilecektir .

28 Ocak 2019 Pazartesi

TÜRKLER TÜRKİYE’YE YENİDEN YERLEŞMELİDİR "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" -İkinci cumhuriyetçi bir bilim adamı gayrimüslim kimliğinin getirdiği bir tavır ile Türk düşmanlığı yaparken!..


TÜRKLER TÜRKİYE’YE YENİDEN YERLEŞMELİDİR 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 19 Ocak 2019
İkinci cumhuriyetçi bir bilim adamı gayrimüslim kimliğinin getirdiği bir tavır ile Türk düşmanlığı yaparken!..

İkinci cumhuriyetçi bir bilim adamı gayrimüslim kimliğinin getirdiği bir tavır ile Türk düşmanlığı yaparken, Türklerin Ulusal Kurtuluş Savaşı ile Anadolu’yu yeniden işgal ettiklerini öne sürmüş ve bu işgale artık son verilmesi gerektiğini söylemiştir. Yeni Bizans projesinin peşinde koşarak, kiliseler ile işbirliğine giren ve Fener Rum Patrikhanesinden emir alarak Türk ve Türkiye düşmanlığı yapan bu tür sözde bilim adamları ülkemizde yeni bir kafa karışıklığı yaratarak Türk devletinin çöküşüne giden yolu açmak istemektedirler. Türk Ceza Kanununun Türklüğü ve Türk devletini koruyan maddelerini Avrupa Birliği sürecinden yararlanarak ortadan kaldırmak isteyen ve bunu ifade özgürlüğü çerçevesinde gündeme getiren gayrimüslim ve gayri Türk kimseler ciddi bir Türk düşmanlığı yaparken yasaların korumasından kurtulmak ve dünyanın merkezi coğrafyası olan Anadolu üzerindeki Türk egemenliğine son vermek istemektedirler. Bu doğrultuda uluslararası hukuka göre resmi adı Türkiye Cumhuriyeti olan Türk devletini ortadan kaldırabilmek için akla gelen her yolu denemekteler ve yeni yeni yorumlar getirerek bin yıllık Türk egemenliğinin sona erdirilmesi için çeşitli girişimlerde bulunmaktadırlar. Türklerin bu coğrafyada tarihten gelen bin yıllık egemenliğini bir türlü kabul etmek istemeyen ve bunu bir an önce kaldırmak isteyen gayrimüslimler, yeniden Bizans dönemindeki gibi Hıristiyan bir imparatorluk düzenine geçebilmek için, bu ülkedeki Türk varlığını bir işgal olarak nitelendirmekten de çekinmemektedirler. Bin senedir Türklerin egemen olduğu topraklarda ve bir Türk devletinin çatısı altında vatandaş olarak yaşamını sürdüren bir gayrimüslim bilim adamı Türkleri kendi ülkelerinde işgalci olarak ilan etmekten çekinmeyecek derecede yüzsüzlük gösterebilmektedir.
Tarih biliminin verilerine göre Türkler
Tarih biliminin verilerine göre Türkler Orta Asya’da gün yüzüne çıkmışlar ve daha sonrada bazı gelişmeler nedeniyle Önasya’ya göç etmek zorunda kalmışlardır. Türkler bugünkü yaşadıkları Önasya topraklarına bin yıl önce göçler yolu ile gelmişler, bir süre sonra da Selçuklu İmparatorluğunu Horasan merkezli kurarak ve yeryüzünün merkezi coğrafyasında yayılarak geniş alanlarda bir Türk devleti ortaya çıkarmışlardır. Bugün ki İran merkezli bir Türk egemenliği bütün Orta Doğu’ya yayılırken, Türkler İran üzerinden Kafkasya, Anadolu, Suriye ve Irak topraklarına gelerek yerleşmişlerdir. Asya’da göçebe bir yaşam düzeni içinde yaşayan Türk kavimleri bir imparatorluk düzeni içerisine girince yerleşik yaşam düzenine geçmişler ve bu doğrultuda dünyanın merkezi topraklarını Türk topraklarına dönüştürmüşlerdir. Bu coğrafyada Türklerden önce yaşayan Hıristiyanlar ve Yahudiler Roma İmparatorluğunun çöküşü üzerine egemenliklerini yitirmişler ve yeni gelen Türklerin hegemonyasında oluşan devlet düzenine uyum sağlamağa çalışmışlardır. Türklerin Önasya’ya gelişleri bir otorite boşluğu alanı yaratıldığı için gerçekleşmiştir. Roma İmparatorluğunun yıkılışından sonra Bizans İmparatorluğu da bu coğrafyada tutunamamış, İslamiyet’in çıkışından sonra kurulan Emevi ve Abbasi İmparatorlukları da çökme noktasına gelince Ön Asya topraklarındaki boşluğu Orta Asya ve Kafkasya üzerinden gelen Türk kavimleri doldurmuştur. Bugünkü Rusya toprakları üzerinde kurulmuş bulunan bir Türk İmparatorluğu olan Hazar devletinin çöküşü üzerine Türkler güneye doğru inmişler Kafkasya bölgesinden geçerek Horasan’a gelince Tebriz merkezli Selçuklu İmparatorluğunu kurarak merkezi coğrafyanın bütün bölgelerine yayılmışlardır. İşte bu süreç içinde Türkler kavimler halinde gelerek Anadolu’ya yerleşmişler ve bu yarımadayı Türkiye yapmışlardır. Daha haçlı seferleri sırasında bundan tam on yüzyıl önce Avrupa’dan gelen Hıristiyan ordularının komutanları Anadolu için Türkiye sözcüğünü kullanmışlar ve bu toprakların bir Türk ülkesi olduğunu kabul etmişlerdir.
Anadolu bin yıllık Türk ülkesi
Anadolu’nun bin yıllık Türk ülkesi olmasına rağmen yeniden bir Bizans özlemi içinde olan Hıristiyanların Türkleri işgalci ilan ederek bu projelerinin önünü açmağa çalıştıkları görülmektedir. Böylesine bir yaklaşım içinde Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü ile beraber bu topraklarda Türk egemenliğinin sona erdiğini ilan ederek, Osmanlı sonrasında yeni bir Türk devleti olarak Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu kabul etmek istememektedirler. Bu nedenle, Türklerin bütün dünyanın emperyalist güçlerine karşı vermiş oldukları ulusal kurtuluş savaşını bir işgal hareketi olarak suçlamaktan da hiç çekinmemektedirler. Bazı özel üniversitelerde tıpkı Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde olduğu gibi yabancı okullarda yapılan Ermeni, Kürt ve Rum sorunlarını ele alan konferanslar ve açık oturumlar, Osmanlı sonrasında yeniden gündeme gelen Türk egemenliğindeki siyasal yapının tasfiye edilmesini amaçlamaktadır. Eski yabancı kolejlerin arkasındaki misyoner örgütleri ve gayrimüslim vakıflarının günümüzde özel üniversitelerin arkasında çalışmalar yaptıkları ve destekler sağladıkları görülmektedir. Batı emperyalizminin hizmetinde yapılan bu girişimlerin tamamı, Anadolu’daki Türk egemenliğine son vererek çok uluslu ve çok dinli kozmopolit bir federasyon düzenini alt kimlikli eyaletler aracılığı ile gerçekleştirebilmenin arayışı içindedir. Bunların faaliyetlerine ve toplantılarına katılan alt kimlikli gayrimüslim bilim adamlarının da Türkleri Türkiye’de işgalci ilan etmekten çekinmemektedirler. Arkalarına Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletlerinin desteğini alan bu kişiler aynı zamanda Türk
Türk vatandaşı olmalarına rağmen
Türk vatandaşı olmalarına rağmen, Türk düşmanlığını sürdürmekten çekinmemektedirler. Bütün mesele gelip, eski Osmanlı topraklarında yeni bir Bizans İmparatorluğu kurmak ya da Büyük İsrail projesi doğrultusunda ABD ve İngiltere devletlerinin desteğini sağlamak noktasında düğümlenince, geleneksel Türk düşmanlığı doğrultusunda Türklerin işgalci ilan edilmesi kendiliğinden gündeme gelmektedir. Türklerin bu coğrafyadaki bin yıllık egemenliği görmezden gelinerek, kesin bir Türk karşıtlığının sergilenmesi çağdaş uygarlığı temsil ettiğini ileri süren batı ve onun işbirlikçisi batıcı güçlere hiç yakışmamaktadır. Batı bloğu beş yüz yıldır bütün dünyayı sömüren bir emperyalizmin örgütleyicisidir. Türkiye’deki azınlıklar da batı destekli bir yeni Bizans arayışına girdiklerinde manda ve himaye yönetimini Türk egemenliğine tercih etmektedirler. Böylesine Türk düşmanlığına yönelen gayrimüslim azınlıkların, bin yıllık Türk egemenliğinin ötesinde bazı tarih uzmanlarının dile getirdiği gibi on bin yılı aşan bir proto-Türk yerleşiminin Anadolu’nun çeşitli yörelerinde belirlendiğini de bilmeleri gerekir. Bu doğrultuda, Anadolu’nun on bin yıllık Türk toprağı olduğunu öne süren ciddi bilimsel eserler vardır. İtalya ve İspanya yarımadasına ilk yerleşen kavimlerden birisi olan Etrüsklerin de Türk asıllı olmaları proto-Türk alanda çalışmalar yapan bilim adamlarının tezlerini doğrulamaktadır. Roma ve Bizans imparatorluklarından çok önceki dönemde Ön Asya ve civarına gelen Türk kavimlerinin bu bölgelerde yerleştiğini artık birçok bilim adamı kabul etmektedir. Onbin yıllık Türk geçmişinin bulunduğu bu topraklarda hiç kimsenin Türkleri işgalci olarak ilan etme hakkı bulunmamaktadır. Bunun aksi örnekler, çağdışı art niyetli girişimlerdir. Ne yazıktır ki, bazı gayrimüslim bilim adamları da sırf din farkı ya da etnik köken ayrılığı nedeniyle böylesine olumsuz durumlara sürüklenebilmektedirler.
Türklerin onbin yıldır bu bölgede yaşadığı gerçeği
Türklerin onbin yıldır bu bölgede yaşadığı gerçeği dikkate alınırsa, Anadolu topraklarındaki Türk tarihi belirli bir tasnife göre açıklanabilir. Türklerin Anadolu’ya ilk gelişlerin proto-Türkler aracılığı ile on bin yıl önce olduğuna göre, bu durum birinci dalga Türkleştirme olarak kabul edilebilir. Hazar İmparatorluğunun yıkılmasından sonra ki göçlerle Selçuklu İmparatorluğunun kurulması ile de bu merkezi coğrafyada ikinci dalga Türkleştirme gündeme gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu ise Türk egemenliğinin Balkanlar üzerinden Avrupa’ya da yayılmasını sağlamış ve bu toprakların Türkleştirilmesini daha da güçlendirmiştir. Milliyetçilik cereyanlarının Balkan ülkelerini Osmanlı İmparatorluğundan koparmasından sonra yaşanan Birinci Dünya Savaşı ile merkezi coğrafyadaki Türk egemenliği sona ermiştir. Bunun üzerine batılı emperyalistler Osmanlının merkezi topraklarını işgale başladığında, Türk ve Müslüman halk kitleleri bu saldırıya karşı direnerek bir ulusal kurtuluş savaşı vermişler ve sonucunda zafer elde ederek yeniden Türk egemenliğini tesis etmişlerdir. İşte bu kurtuluş savaşını gayrimüslim bilim adamları ya da uzmanların bir işgal olarak ilan etmeleri, çok ciddi bir saptırmadır. Türklere karşı haksızlık yapmayı ve her zaman çifte standart bakmayı alışkanlık haline getirmiş olan batı dünyası ve gayrimüslim azınlıklar, Türkleri kendi ülkelerinde işgalci olarak ilan edecek derecede ileri gitmektedirler. Türklerin tarihten gelen geleneksel hoşgörüsünü rencide edecek derecedeki bu haksız tutumun artık bir sona ermesi gerekmektedir. Türkleri kendi ülkelerinde işgalci olarak gören zihniyet bu topraklarda yeni Bizans ya da Büyük İsrail kurulması ardında koşan Batı emperyalizminin bir uzantısıdır. Türkiye Cumhuriyetini geçici bir devlet olarak gören bu kesimler, Türk devletini ortadan kaldırabilmek için her yolu denemektedirler. Türk ulusu bu kadar haksızlığa artık bir son vermek durumundadır. Toplumda giderek bu doğrultuda gündeme gelen bilinçlenmenin ciddi bir ulusal tepkiye yol açmasından çekinen bu saldırgan çevreler, Türklerin haklı tepkilerini önleyebilmek üzere Türkiye’de yeni iç karışıklık ve kavgalar çıkartabilmenin kışkırtıcılığı içindedirler.
Kürdistan, Ermenistan, Pontus, Bizans, İyonya, Trakya, Kapadokya
Türkiye topraklarından Kürdistan, Ermenistan, Pontus, Bizans, İyonya, Trakya, Kapadokya gibi gayri Türk ve gayrimüslim küçük eyalet devletçikleri çıkartabilmenin çabası içinde olan batı emperyalizminin işbirlikçisi çevrelerin Türkiye’deki Türk egemenliğine karşı yürüttükleri komplolara ve emperyalist oyunlara karşı artık Türk ulusunun Atatürk’ün izinde giderek daha bilinçli ve kararlı bir tutum içerisine girmesi gerekmektedir. Madem onlar Türkiye’deki Türk devletini geçici bir düzen olarak görüyorlarsa, o zaman ulusal kurtuluş savaşında sürdürülen antiemperyalist bir çıkış ile Türklerin Türkiye’ye yeniden yerleşmeleri sağlanmalıdır. Türkiye’nin yedi coğrafi bölgesinde alt kimlikli ayrı devletçiklerin gündeme getirilmeğe çalışıldığı bu aşamada Türkler Türkiye’nin her bölgesine yeniden yerleşerek ulusal ve üniter siyasal yapılanmanın güçlendirilmesini bir an önce sağlamalıdırlar. Bu topraklarda yedi yüzyıla yakın bir süre egemenliğini sürdürmüş olan Osmanlı İmparatorluğu ile ondan önceki Türk devleti olan Selçuklu İmparatorluğunun yönetim tarihinden bugünün Türkiye’si için dersler çıkarmak gerekmektedir. Selçuklu ve Osmanlı yönetimleri merkezi coğrafyadaki egemenliklerini koruma doğrultusunda neler yaptıysa, Türkiye Cumhuriyetinin de aynı yoldan giderek benzeri yöntemlerle Türk devleti ile Türk ülkesini bütünleştirmesi gerekmektedir. Anayasada var olan Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü sağlayacak derecede yeni ulusal ve üniter yapı güçlendirilmelidir. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde dıştan desteklenen ayrılma ya da merkezden uzaklaşma gibi eğilimlerin önünü kesecek yeni yaklaşımların geliştirilmesi bölünmenin önlenebilmesi açısından zorunlu görünmektedir. Dünyanın merkezindeki Türk devleti bu aşamada birliğini ve bütünlüğünü koruyabilirse bütün Türk dünyası için bir cazibe merkezi konumuna gelebilecektir.
Türklerin Anadolu’ya yeniden yerleşmeleri gerekmektedir.
Türkiye’de dağılma ve çözülmenin önlenebilmesi için Türklerin Anadolu’ya yeniden yerleşmeleri gerekmektedir. Bazı büyük ilçelerin bu doğrultuda iç dengeleri yeniden sağlayacak çizgide vilayet yapılmaları yarar sağlayabilir. Böylece büyük illere göç önlenebilir ve nüfusun ülke sathına yeniden yayılması sağlanabilir. Ayrıca, kendisini şimdiden eyalet merkezi ya da müstakbel yeni devletlerin başkenti ilan eden bazı büyük illerin bölünmesi de eyaletleşmenin önüne geçilmesinde katkı sağlayabilir. Bu doğrultuda, Türkiye’nin idari taksimatının yeniden düzenlenmesi, alt kimlikli ayetleşmeye izin vermeyecek derecede ulusal ve üniter yapının güçlendirilmesini sağlayacak doğrultuda bir ulusal idari reforma acilen ihtiyaç bulunmaktadır. Böylesine bir milli idari reformu bir iktidar programına dönüştürecek bir siyasal parti beklenmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin bu topraklarda kalıcı bir devlet olarak yoluna devam edebilmesi için böylesine bir milli program iktidarına gereksinme vardır. Türkler, Anadolu’ya yeniden yerleşerek hem Misak-ı Milli sınırları içerisinde ulusal yapının güçlenmesine yardımcı olmalılar, hem de bu şekilde devletlerini güçlendirerek, merkezi coğrafyanın, merkez devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni geleceğe taşınmalıdırlar.
Kaynak: TÜRKLER TÜRKİYE’YE YENİDEN YERLEŞMELİDİR - Prof. Dr. Anıl Çeçen

21 Aralık 2018 Cuma

ATATÜRK VE ABDÜLHAMİT "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" - Bugünün koşullarında yan yana gelmesi pek de mümkün görünmeyen iki büyük isimi bir arada ele almak, içinde bulunulan durumun daha iyi anlaşılabilmesi açısından yararlı olacaktır. (Ankara: 21 Aralık 2018-Cuma)

ATATÜRK VE ABDÜLHAMİT

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Bugünün koşullarında yan yana gelmesi pek de mümkün görünmeyen iki büyük isimi bir arada ele almak, içinde bulunulan durumun daha iyi anlaşılabilmesi açısından yararlı olacaktır. Osmanlı tarihinde tahta II. Abdülhamit olarak çıkmış olan padişah ile Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, büyük önder Atatürk’ün artık beraberce ele alınarak değerlendirilmesinin zamanı gelmiştir. Dünyanın merkezi bölgesindeki cihan devletini dış saldırılar ve iç karışıklıklar yaratarak çöküşe mahkûm eden Batılı emperyalist devletlerin oluşturduğu düşünceler ve bu doğrultuda estirilen rüzgârlarla, Türkiye’de Atatürkçüler ile Abdülhamitçiler karşı karşıya gelmişlerdir. Bir yanda Abdülhamit’ten yana olan Müslüman kesimler ile bunun karşısında yer alan laiklikten yana olan Atatürkçüler, ya da Atatürk’ü savunan laikçiler saflaşması giderek Türk toplumunu ciddi bir yarılma ve dağılmanın eşiğine getirmiştir. Olayı sadece din açısından ele alanlar, Türk toplumunun böylesine bir saflaşmaya ve zaman içerisinde Türk devletinin bir dağılma aşamasına katkıda bulunmuşlardır. Konuya duygusal yaklaşan İslamcılar ile laikçiler de böylesine bir çıkmazın gündeme gelmesinde ve giderek ülkede ikili bir kamplaşmanın ortaya çıkmasında konu mankeni ya da siyaset figüranı olarak kullanılmışlardır. Gelinen bu noktada, konunun tek yanlı olarak ele alınamayacağı, tarihten ve uluslararası konjonktürden gelen çok farklı yönlerinin de bulunduğu görülmektedir. Bu nedenle, Türk tarihinin iki önemli devlet adamı olan Atatürk ve Abdülhamit’in birlikte ele alınarak karşılıklı değerlendirilmesinin sadece din açısından yapılamayacağı anlaşılmıştır. Dinci bir yaklaşım bu iki büyük ismi karşı karşıya getirirken, konunun diğer açılardan ele alınmasını sağlayacak daha genel ve geniş açılı bir yaklaşım ise Türkiye Cumhuriyet’inin bugün içinde bulunduğu çıkmaz açısından önemli tarih derslerinin çıkarılmasını sağlayabilecektir.

Tam otuz üç yıl süre ile dünyanın merkezindeki bir cihan devleti yöneten kudretli bir padişah
Abdülhamit, Osmanlı İmparatorluğu çöküş süreci içerisinde başa geçen ve tam otuz üç yıl süre ile dünyanın merkezindeki bir cihan devleti yöneten kudretli bir padişahtır. Aynı zaman halife olarak ta İslam dünyasının etkili bir yöneticisidir. Osmanlı İmparatorluğunu sınırları içinde yönetirken aynı zamanda, güney ve doğu Asya’da yaşayan Müslüman toplumların da önderi olmuş ve Rusya’da yaşayan Müslümanları da yakından etkilemiştir. Abdülhamit’in Rusya Müslümanları ile yakından ilgilenmesinden Rus devleti rahatsız olmuştur ama Anadolu ulusal kurtuluş savaşına ilk yardım Rusya Müslümanlarından gelmiştir. Daha sonra Hint Müslümanlarının da Türk Kurtuluş Savaşına maddi yardım sağlamasında gene Abdülhamit’in panislamist politikayı bir halife olarak başarılı bir biçimde yürütmesinin son derece etkili bir rolü görülmektedir. Bir ön Asya devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta ve Güney Asya bölgelerindeki Müslümanlarla Abdülhamit aracılığı ile yakından ilgilenmesi, Rus İmparatorluğu ile beraber Batının önde gelen sömürge imparatorluklarını da korkutmuş ve Osmanlı halifesinin yönetimi altında bütün Asya Müslümanlarının bir araya gelmelerini önleyebilmek üzere her türlü oyuna kalkışmışlardır. Abdülhamit’in ciddi bir devlet adamı olarak, yönettiği İmparatorluğun yeryüzünde bulunduğu konumu iyi bilmesi, yeryüzünün jeopolitik yapısı doğrultusunda merkezi bir imparatorluğu ayakta tutabilmek üzere Batının saldırganlığına karşı Doğu bölgelerinde etkinlikler kurarak denge sağlama çabası içine girdiği anlaşılmaktadır. Böylesine bir devlet adamı yaklaşımı da, modern bir devletin yönetimine uygun düşmektedir. Altı yüzyıllık bir uzun zaman sürecinden sonra düşüşe geçene bir imparatorluğun başı olarak, devleti otuz üç yıl ayakta tutabilmek ve giderek artan Batılı emperyalistlerin saldırılarına karşı doğu-batı dengeleri aramak ancak modern bir devlet anlayışı çerçevesinde düşünebilirlerdi. Abdülhamit’in bu doğrultuda ki girişimleri daha sonraki dönemde Atatürk’ün önderliğinde yürütülen Türk Kurtuluş Savaşına Rusya ve Hindistan Müslümanların destek sağlamasına ve maddi yardımlarda bulunmasına yol açmış ve Türk milletini yeryüzünde yalnız kalmaktan kurtarmıştır.

Tarihsel süreç içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra...
Tarihsel süreç içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, onun yerine devletin merkezi ülkesinde bir Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı verilmiş ve Mustafa Kemal Paşa böylesine milli bir mücadelenin öncüsü ve önderi olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Dünyanın merkezi coğrafyasında topraklarda ve benzeri bir konumda bir büyük imparatorluk çökerken, geri kalan Türk topluluğu, elde kalan orta boy bir ülke olan Anadolu üzerinde Ulusal Kurtuluş Savaşına kalkışmıştır. Abdülhamit’in büyük çabalarla kurtaramadığı İmparatorluk yıkılınca yerine yeni bir devlet Atatürk’ün öncülüğünde kurulabilmiştir. Bu açıdan Atatürk ile Abdülhamit arasında çok önemli bir benzerlik bulunmaktadır. İkisi de dünyanın önde gelen emperyalist devletlerin saldırılarına karşı, merkezi coğrafyadaki bir devlet koruma ve kollama çabası içerisinde olmuşlardır. Abdülhamit çökmekte olan bir devleti kurtarmaya çalışırken, Atatürk yıkılan bir yapı sonrasında yepyeni bir devleti yeniden aynı coğrafya üzerinden kurma çabası içerisinde olmuştur. Bu ortak konum, Atatürk ile Abdülhamit’in beraberce ele alınarak değerlendirilmesinde ana çıkış noktası olarak kabul edilebilir. İki devlet başkanının dünya coğrafyasının getirdiği konum üzerinde benzeri bir jeopolitik nedeniyle, uluslararası ilişkilerde benzeri bir eğilim göstermeleri ve bir strateji ile devletlerini korumaya kalkışmaları daha kolay anlaşılabilmektedir. Dünyanın merkezindeki devletler, hem doğu ile batı hem de kuzey ile güney arasındaki dengelere göre varlıklarını korumak durumundadırlar. İkisi de bu bilimsel gerçeği bilerek hareket etmişlerdir.

Devlet aklı denilen kavramın farkındaydılar.
Abdülhamit bir cihan imparatorluğunun uzun süreli ve dirayetli bir padişahı olarak, Atatürk de ondan sonraki dönemde aynı topraklarda yepyeni bir devletin kurucusu olarak, devlet aklı denilen kavramın farkındaydılar. Her ikisi de uluslararası alanda geçmişten gelen devletlerarası büyük oyunun ne olduğunu bilen ve bu doğrultuda kendi devletlerini koruyarak geleceğe dönük olarak kurumlaştırmaya çalışan bir çabanın içerisinde olmuşlardır. Altı yüz yıl sonra çökmekte olan bir imparatorluğu ayakta tutabilmek ve gelecek yüzyıla taşımak gibi önemli bir misyonu başarıyla yerine getiren Abdülhamit, kurtlarla dans oyununu iyi oynamıştır. Rusya’ya karşı İngiltere’yi, İngiltere’ye karşı Almanya’yı kullanmasını başaran Abdülhamit’in, Almanya’yı da Fransa ile dengelemeye çalıştığı zamanlar olmuştur. O dönemin dört büyük emperyalist gücünü birbirine karşı kullanarak, bazen çatıştırarak bazen de dengeleyerek otuz üç yıl gibi uzun bir süre Osmanlı tahtını ayakta tutabilmiştir. Batılı güçler arasındaki bu çekişmede imparatorluk topraklarının işgaline karşıda doğulu Müslüman topluluklar ile yakınlaşarak dünyanın merkezinde bir doğu batı dengesi arayışını düzene kavuşturmak için önemli girişimlerde bulunmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu aslında beş yüz yıllık bir egemenliği tamamladıktan sonra 1828 yılında Yunanistan’ın kopmasıyla yıkılma aşamasına gelmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu aslında beş yüz yıllık bir egemenliği tamamladıktan sonra 1828 yılında Yunanistan’ın kopmasıyla yıkılma aşamasına gelmiştir. Ne var ki o dönemde dünya gücünü temsil eden İngiltere, kendisine karşı yeni bir büyük güç olarak Rusya ya da Almanya’nın çıkışını engelleyebilmek için Osmanlı devletinin ömrünü uzatmaya çalışmıştır. Londra büyükelçisi Mustafa Reşit Paşa bu doğrultuda, İstanbul’a geri gönderilerek Sadrazam yapılmış ve bu aşamadan sonra Osmanlı devleti üzerinde İngiliz baskısı giderek artmıştır. Rusya’nın bir büyük güç olarak güneye inmesini istemeyen İngiltere, kendisine rakip olarak ortaya çıkan Almanya’nın da doğuya doğru genişlemesini önlemek istemiş ve bu doğrultuda bitmiş olan Osmanlı devletini yarı himayesine alarak yirminci yüzyıla kadar bu devletin devam etmesini istemiştir. Tanzimat fermanı ile Osmanlı devletinin sanayileşmesi önlenmiş ve Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşmasıyla Osmanlı ülkesi İngiltere için serbest pazar konumuna getirilmiştir. II. Mahmut bu aşamada başa geçmiş ve yaptığı reformlarla devlet ile orduyu yeniden düzenlemiştir. Bankerler aracılığı ile çökertilen Yeniçeri Ocağı basılarak feshedilmiş ve yerine yepyeni bir ordu kurularak Osmanlı devletinin ömrü bir yarım yüzyıl daha uzatılmıştır. On dokuzuncu yüzyılın son yarısında başa geçen Abdülhamit ise dirayeti ve otoritesi ile devleti toparlayarak, Osmanlı egemenliğinin yirminci yüzyılın başlarına kadar sürmesini sağlamıştır. Abdülhamit’in yaptıklarıyla daha sonra başa geçen İttihat ve Terakki iktidarı Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar ülkeyi yönetebilme şansını yakalayabilmiştir. Gayrimüslim kesimlerin örgütlenmesiyle bir senaryo düzenlenmiş ve Abdülhamit tahttan indirilmiştir. Başa geçen İttihatçılar ise Abdülhamit’in yaptıklarına sahip çıkarak devam ettirmişlerdir. Bir anlamda İttihat ve Terakki iktidarı Abdülhamit’in devamı olmuştur.
Ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı’nın en uzun asrı olmuştur.
Ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı’nın en uzun asrı olmuştur. Çünkü bu dönemde gelişen olaylar ve saldırılar ile bu büyük merkezi devletin yavaş yavaş ortadan kalkmasına giden yolu açmıştır. II. Mahmut ile birinci yarıyı, II. Abdülhamit ile ikinci yarıyı kurtaran Osmanlı devleti, bu kritik yüzyılı geride bırakarak yirminci yüzyıla ulaşabilmiştir. Onbeşinci yüzyılda okyanuslara açılarak bütün dünya kıtalarını işgal ederek sömürgeleştiren, batının emperyal devletleri artık dünyanın merkezini de ele geçirerek kendi egemenliklerinde bir dünya hegemonyası arayışı içindeydiler. İngiltere ve Fransa’ya rakip olarak Almanya ve İtalya’nın ortaya çıkması, kuzey gücü olan Rusya’nın ise güneye inmeye çalışması sonucunda Birinci Dünya savaşına giden yol gündeme gelmiştir. Batılı güçler dünyanın merkezi ele geçirmek için birbirleriyle yarışırlarken, kuzey gücü olan Rusya ise önce Kırım savaşı, daha sonra Kafkasya savaşı ile güneye inmeye başlamış ve yirminci yüzyılın başlarında da büyük bir Balkan savaşı çıkartarak Osmanlının Avrupa bağlantısının önünü kesmiştir. Bu üç bölgede göç eden Türk ve Müslüman ahali, imparatorluğun merkez topraklarına yerleşerek devleti yeniden güçlendirmenin arayışı içinde olmuşlar ama bu konuda Müslümanlar ile gayrimüslimler anlaşamamışlardır. Abdülhamit ise İslam’ın halifesi olarak Müslüman ahali ile beraber hareket etmek zorunda kalmıştır.
***
İmparatorluğun Balkan ülkeleri zamanla Hıristiyan ülkeler olarak Osmanlı’dan kopunca geriye Müslüman ahalinin yaşadığı toraklar kalmıştır. Özellikle, Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Anadolu’nun Müslüman topluluklardan oluşan bir nüfusa sahip olması nedeniyle, Abdülhamit İslam’ın halifesi olarak yeni bir panislamizm politikasına başlamış ve böylece dini kullanarak, Balkanlarda yaşanan kopmaların imparatorluğun diğer bölgelerine yayılmasını önlemek istemiştir. Osmanlı beşyüz yıl esas ülkesi olarak kabul ettiği Balkanların elinden çıkmasından sonra giderek tam anlamıyla İslam devletine doğru bir dönüşüm aşamasına gelmiştir. Hıristiyanların yaşadığı ülkelerin Balkan Savaşı sonrasında bağımsız olması üzerine, Abdülhamit geri kalan Müslüman bölgeleri merkezden yönetmek üzere başkenti Şam’a taşımak istemiştir. Böylece, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Anadolu topraklarını, Hıristiyan Avrupa’ya karşı bir büyük Müslüman devletin çatısı altında tutmak istemiştir. Ne var ki, Abdülhamit’in bu girişimine karşı çıkan Selanik’in gayrimüslim kesimleri Hareket Ordusunu hazırlayarak İstanbul’a göndermişler ve 31 Mart olayını kışkırtarak da Abdülhamit’i tahttan indirmişlerdir. Böylece, panslavizm ve pancermenizm akımlarına karşı Abdülhamit’in uygulamaya başladığı panislamizmin önü kesilmiş ve ittihatçılar aracılığı ile panturanizm akımının önü açılmıştır. İngilizler bu aşamada hem Türk milliyetçiliğini hem de Arap milliyetçiliğini örgütleyerek, Abdülhamit’in Büyük İslam İmparatorluğu projesinin önünü kesmişlerdir. İngilizlerin desteği başa geçen İttihatçılar ise sonradan Abdülhamit’in haklılığını anlayarak Almanya’ya yakın bir siyaset izlemeye başlamışlardır. Almanlara yaptırılan Berlin – Bağdat demiryolunun bittiği aşamada Abdülhamit, gayrimüslim unsurların ortak hareketi ile tahttan indirilmiştir. Ermeni, gürcü ve Yahudi temsilcilerden oluşan heyet Abdülhamit’in tahttan indirilmesi işini tamamlamışlardır.
***
Hıristiyan topraklarının elden gitmesinden sonra zorunlu olarak panislamizm’e yönelen Abdülhamit aslında pek de dinci bir padişah değildi. Tıplı II. Mahmut gibi devleti çağdaşlaştırma doğrultusunda önemli adımlar atmış, amcası Abdülaziz ile beraber gittiği Avrupa ülkelerinde gördüğü batılı ve modern yaşam tarzını ülkesine getirmek istemiştir. Avrupa tipi eğitim yapan birçok okulu zamanında açan padişah, devlet ile beraber toplumu da batı tipi modern bir tarzda yeniden kurmak istemiştir. Kadın ile erkeğin beraberce yaşayacağı bir Avrupalı ülke olarak Osmanlıyı yeniden oluşturmaya çalışırken, sürekli olarak batılı ülkelerin saldırıları ile karşı karşıya kılmıştır. Batılı emperyalistler çağdaşlaşan bir Osmanlı devletini hiç bir zaman istememişler, bu büyük devletin ortadan kalkması için ellerinden gelen her yolu denemişlerdir. Batılılar kendilerinin dışında kalan ülkelerin kalkmasını istemedikleri için, diğer devletlere uyguladıkları sömürge politikalarının benzerlerini Osmanlı için de gündeme getirmişlerdir. Abdülhamit sürekli olarak bu gibi olumsuz girişimlere karşı çıkarak ülkesini ve devletini güçlendirebilmenin yollarını aramıştır.
***
Yabancı devlet ajanlarının cirit atmasına karşı önlem olarak Osmanlı devletinin ilk ciddi istihbarat örgütünü kurmuş ve katı bir sansür uygulayarak, ajan kılıklı gazetecilerin Osmanlı devletine karşı yıkıcı propaganda yapmalarına izin vermiştir. Jurnal ve hafiye teşkilatı ile kendi yönetimini güvence altına almasına rağmen, Abdülhamit kendi döneminde batı tipi bir basının örgütlenmesine izin vermiş ve desteklemiştir. Onun ısrarla izlediği panislamizm politikasına karşı çıkan gayrimüslimler Babıâli denilen merkezde basını kurarak Abdülhamit yönetimine karşı savaş açmışlardır. Modernleşmeye çok önem veren padişah, batı tipi bir basının oluşumunu önlememiş, sıkı denetim altında Babıali’nin gelişmesinin önünü açmıştır. Osmanlının ilk ciddi basınının Abdülhamit döneminde gerçekleştiği söylenebilir. Batı tipi okullar açarak aydın nüfusun gelişmesine yardımcı olan Abdülhamit bu okullardan işbirlikçi ve mandacı aydınların yetişmesini istememiş ve buna karşı önlemler almıştır. Bu nedenle, gayrimüslim aydınlar sürekli olarak Abdülhamit’i kızıl sultan adıyla bir diktatör gibi göstermeye çalışmışlardır. Bağımsız düşüncenin gelişmesi için okullara felsefe dersi koyduran Abdülhamit, emperyal devletlere bağımlı işbirlikçi aydınların ülkeyi kışkırtmalarına izin vermemiştir. Tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi aydınlanmadan yana bir yol izlemiş ama aydınların içinden hain çıkmasına ve ülke aleyhine emperyalist güçlerle işbirliği yapmalarına izin vermemiştir. Abdülhamit’in ne derece haklı olduğu daha sonraki yıllarda Atatürk’ün ilan etmiş olduğu 150’likler listesi ile ortaya çıkmıştır. Osmanlının önde gelen aydınları Batı ülkelerinin işbirlikçisi gibi davranarak ülkenin çöküşüne alet olmuşlardır. Türkiye bugünde benzeri bir durum yaşamakta ve ne yazıktır ki, yüz yıl sonra yeniden aydınların emperyalistlerle neoliberalizm görüntüsü altında işbirlikçiliğine sahne olmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu gibi bir büyük cihan devletinin çöküşüne neden olan bu ihaneti Atatürk ve Abdülhamit cezalandırmak istemiştir ama günümüzün Türkiye yönetiminden böyle bir tepki çıkmaması için ciddi bir psikolojik savaş saldırısı, demokrasi mücadelesi görünümünde son derece ustalıklı olarak sürdürülmektedir.
***
Bugünün Türkiye’sinde Atatürkçüler ile Abdülhamitçiler karşı karşıya getirilmeye çalışılmaktadır. Böylesine bir durumun yaratılmasında din faktörü kullanılmakta ve panislamizmi Batı emperyalizmine karşı uygulamaya çalışan Abdülhamit’i dinciler bayrak haline getirilerek Türkiye Cumhuriyetini laik ve çağdaş bir cumhuriyet olarak kurmuş olan Atatürk’e ve onun izinden giden Atatürkçülere karşı geliştirilen saldırılarda bir büyük Hakan ve Büyük Önder çekişmesi yaratmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin tıpkı Osmanlı’nın son dönemine benzer bir yıkıcı emperyalist saldırı ile karşı karşıya kaldığı bugünkü aşamada, Abdülhamitçilerle Atatürkçülerin karşı karşıya gelmelerinin ne derece büyük bir tarihsel hata olduğunu yüz yıl önce yaşanmış olan olaylar göstermektedir. Atatürk ve Abdülhamit’in ortak noktaları her türlü emperyalizme karşı çıkmak ve direnerek bu gibi saldırılara karşı savaşmak olmasına rağmen, günümüzün Atatürkçüleri ile Abdülhamitçilerinin dışa karşı bir savaşı ya da direnişi bırakarak birbirleriyle uğraşmalarının büyük bir senaryonun sahneleri olarak gündeme geldiği görülmektedir. Bugün türk devletinin başında Atatürk ya da Abdülhamit olsaydı ilk yapacakları iş her türlü emperyalist saldırıya karşı çıkarak ve direnerek kendi devletlerini ve ülkelerini korumak olacaktı. Özellikle türban meselesi, laikliği savunan Atatürkçülerle, Abdülhamit’in izinden giden Müslüman kesimleri karşı karşıya getirmek için kullanılmaktadır. Üniversitelerde ilk türban sorununu çıkartan hanımın bir yakın akrabasının sonradan siyasette öne çıkması, aileler düzeyinde nasıl bir hazırlık yapıldığının en açık göstergesi olarak öne çıkmaktadır. Atatürk’ün cumhuriyetinde, onun getirmiş olduğu çağdaş eğitim sisteminde Atatürkçülerle Abdülhamitçilerin karşı karşıya kalması nedeniyle, Türk eğitim sistemi ve toplumu çökme aşamasına doğru hızla sürüklemektedir. Türk bayrağına karşı türbanın bir siyasal simge halinde kullanılması, geleneksel Müslüman kesimleri tahrik etmekte ve bunun sonucu olarak da Atatürkçülerle Abdülhamitçiler karşı karşıya getirilmektedir. Birbirleriyle uğraşmak ve çatışmak durumunda kalan bu toplum kesimleri dış tehdit ve tehlikelere karşı toplum ve millet olarak işbirliği yapacağına türban kışkırtmasıyla karşı karşıya gelmekteler ve böylece emperyalist devletler Türkiye’yi bölmek üzere hazırlamış oldukları her türlü senaryoyu kolaylıkla uygulama alanına aktarabilmektedirler. Birbirleriyle uğraşan bu kesimleri dışa karşı bir araya gelemedikleri görülmekte ve bu nedenle de Türkiye bir türlü toparlanamamaktadır.
***
Atatürk bir devlet adamı ve kurucusu olarak Abdülhamit gibi modernizm ve pozitivizmden yana idi. Bu yönleri ile bilime inanıyor ve tek yol gösterici olarak bilimi kabul ediyordu. Hıristiyan batının saldırılarına karşı bir var olma mücadelesi veren Müslüman Türk milletinin devletini kurduğunu iyi biliyordu. Devletin kuruluş günü olan Meclis’in açılış töreni öncesinde Hacıbayram camiisine giderek milletin temsilcileriyle beraber dua etmiş ve bir Cuma günü Meclis’i açmıştır. Meclisi açış konuşmasında olduğu gibi daha sonradan yaptığı bir konuşmada Türk halkının dini olan Müslümanlık ile ilgili destekleyici sözler söylemiştir ama devleti kurarken de çağdaş dünya devletlerinde olduğu gibi laik bir düzeni oturtmaya çaba göstermiştir. Müslüman bir milletin çağdaş örgütlenmesi olarak Türkiye Cumhuriyetinin laik temelleri bizzat Atatürk tarafından atılmıştır. Tanzimat döneminde başlayan batıya yönelik değişim atılımları hem Abdülhamit hem de Atatürk dönemlerinde devam etmiştir. Her iki devlet adamı, kendi devletlerinin tıpkı batının güçlü devletlerinin sahip olduğu çağdaş düzeye getirebilmek için uğraş vermişlerdir. Bu doğrultuda bir araya gelen iki devlet adamının sonraki takipçilerinin karşı karşıya gelmesinde bir emperyal oyunun olduğu artık ortaya çıkmaktadır. Her iki kesimin önde gelen temsilcilerinin böylesine olumsuz bir durumun nedenleri üzerinde durmak ve araştırarak çözüm getirmek gibi sorumlulukları vardır.
***
Osmanlı devletini çökerten emperyalist saldırıların benzerleri Anadolu halkı üzerine yöneltilirken, Türk halkı bir var olma mücadelesi vermek zorunda kalmıştır. Ulusal kurtuluş savaşı sırasında, Türk ulusunun çeşitli fertleri bir araya gelerek dış saldırılara karşı bira rada bir mücadele verirken cephede ya da siperde laiklik yada türban tartışması yapmıyorlardı. Bir devletin yada milletin varlığına kasteden emperyalist bir saldırının var olduğu aşamada, ulusal fertleri arasındaki her türlü ayrılık kendiliğinden kalkar ve dışa karşı bir ortak mücadele gündeme gelir. Dünyanın her yerinde ulusal kurtuluş savaşları böylesine bir aşamada ortaya çıkar ve toplumun bir araya gelerek kenetlenmesiyle başarıya ulaşır. Türkiye’de bugün böylesine bir dayanışma içinde dışa karşı ortak mücadele yapılacağına laiklik ve türban sorunları ile iç çekişmeler tırmandırılmakta ve toplumun gücü iç nedenlerle kırılarak, dışa karşı yönlendirilmesi gereken ulusal birlik ve beraberlik önlenmektedir. Atatürkçüler laiklik nedeniyle suçlanırken, geleneksel Müslüman kesimlerde türban nedeniyle gericilik noktasına sürüklenmektedirler. Türk kadınının geleneksel başörtüsünün, türban adı altında bir siyasal simgeye dönüştürülmesi, Türkiye Cumhuriyetini Atatürk’ün laik devlet modelinden çekip çıkararak, Amerikan Emperyalizminin Büyük Orta Doğu projesinin deney ülkesi konumuna getirmektedir. Türk devleti kurucusu Atatürk’ün çizmiş olduğu laik ve çağdaş çizgiden kaydırılırken, Abdülhamitçilerin geleneksel değeri olan islamcı bir yapılanmaya doğru zorlanmaktadır. Yeni Türkiye Cumhuriyeti adı altında bu emperyalist oyun tezgâhlanmaktadır.
***
İnsanlığın bütün kazanımlarını geride bır akara, dünyayı yeniden bir Ortaçağ düzenine sürüklemek isteyen küresel emperyalizm, bilimi bırakarak dine sarılmakta, ve dini insanları pasifleştiren ruhsal durumundan yararlanarak bütün dünyanın kontrolünü ele geçirmek istemektedir. Böylesine bir haksız saldırıya bugün hayatta olsalar, hem Atatürk hem Abdülhamit karşı çıkarlardı. Bu iki liderin bugünkü takipçilerinin, böylesine bir emperyalist oyuna alet olarak birbirleriyle çekişmeyi bırakmaları gerekmektedir. Atatürkçüler ve Abdülhamitçiler için bugünün koşullarında ilk yerine getirilecek ulusal görev her türlü emperyalist saldırı ve oyuna karşı çıkmak olmalıdır. Laikliği savunan Atatürkçülerin din düşmanı olmaları mümkün değildir. Atatürk bir Müslüman ülkede laik ve çağdaş bir cumhuriyet kurmuştur. Böylesine bir bilinçle hareket edecek olan Atatürkçülerin Türk halkının geleneksel değerlerine din ve vicdan özgürlüğüne saygı göstermesi kaçınılmazdır. Müslüman kesimlerde, okumuş ve aydın kesimlerin laiklik düzenine sahip çıkmalarına, çağdaş bilimin verileri olan pozitif değerlere saygı göstermelerine anlayış göstermelidirler. Böylece karşılıklı anlayış hem bir ortam yumuşaması sağlayacak hem de, gayrimüslim kesimlerin ülkeyi bölme doğrultusunda kışkırttıkları çekişme ve çatışmalara elverişli bir ortam yaratmayacaktır. Türkiye, laik devlet ve Müslüman milletiyle dışa karşı tek vücut olabilmeyi artık öğrenmelidir.
***
Atatürk ve Abdülhamit bir toplantı sırasında Osmanlı sarayında beraber bulunmuşlardır. Bu toplantı sonrasında, Abdülhamit, Mustafa Kemal’den çok etkilendiğini ve bu gencin Türk ulusunun geleceğinde önemli işler başaracağını yakınındakilere aktarmıştır. Atatürk ise devlet başkanı olduktan sonra Abdülhamit ile ilgili düşüncelerini dile getirirken, O’nun büyük bir devlet adamı olduğunu ülkesi ve devleti için önemli değişimler gerçekleştirdiğini açıkça söylemiştir. Ayrıca Abdülhamit ile ilgili eleştirilere katılmadığını da açıkça ifade etmiştir. Birbirlerinin izleyicisi olan bu iki devlet adamı, ülke ve devletleri için hayatlarını feda ederken, onların izleyicilerinin birbirleriyle uğraşmalarının anlamsızlığı iyice ortaya çıkmaktadır. Her türlü emperyalizme karşı çıkarak iç ve dış düşmanlara karşı direnerek mücadele eden Atatürk ve Abdülhamit’in izinden giden toplum kesimlerinin bugün biraraya gelerek Türk devletinin varlığı için birlikte hareket etmeleri gerekmektedir. Birlik ve beraberliğin dışa karşı gerçekleşebilmesi için de, iç sorunların artık daha fazla deşilmeden bir yana bırakılması gerekmektedir. Atatürk ve Abdülhamit’in ortak antiemperyalist çizgisi bugünün Türkiye’si için dışa karşı verilecek var olma savaşımının ortak paydası olmalıdır. Karşılıklı hoşgörü ve anlayış, yeni bir başlangıç için ilk adımların atılmasında yararlı olabilecektir. Yeniden emperyalizme karşı verilecek var olma mücadelesinde, iç kavgalar artık bir kenara bırakılmalıdır.
***
Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı sorunlar dikkate alınırsa, bunların tıpkı Atatürk döneminde çözüme kavuşturulması doğrultusunda Abdülhamitçiler ile Atatürkçüler arasında bir yakınlaşma ve diyalog köprüsü kurulabilir. Bu sorunlar yüzünden Türk devleti Yugoslavya gibi dağılırsa ya da Irak’ta gibi çökertilirse, bunun altında bütün Türk ulusu kalacaktır. Gün iç çelişkileri bir yana bırakarak dışa karşı iş birliği yapma günüdür. Dış sorunlara karşı Atatürk ve Abdülhamit’in ortak bir çizgide benzeri bir diplomasi uyguladığını Müslüman ve laik kesimler hatırlayarak hareket etmelidirler. Osmanlı’nın gayrimüslim unsurlarının, imparatorluk sonrasında bu coğrafyada kendi büyük devletlerini kurma projelerine hem Abdülhamit hem de Atatürk karşı çıkmışlardır. Abdülhamit Filistin topraklarını vermeyerek Siyonistleri geri çevirmiştir. Atatürk’te Orta Doğu’da bir İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkarak Siyonizm yerine Kemalizm’in Orta Doğu’nun geleceğini oluşturması için çaba harcamıştır. Atatürk daha da ileri giderek İsrail’in Avustralya’da kurulması gerektiğini dünya dengelerinin dikkate alarak köşkteki bir toplantıda açıkça dile getirmiştir. Abdülhamit Ermeni devletinin kuruluşunu önlemek için elinden gelen girişimleri yapmış ve bu doğrultuda güneydoğu halkının temsilcilerinden Hamidiye alaylarını oluşturarak Anadolu’da bir Ermeni devleti oluşumunu önlemeye çalışmıştır. Atatürk’te İttihat ve Terakki dönemi sonrasında ortaya çıkan yeni tabloya göre hareket etmiş ve son Osmanlı Meclisinde alınan Misakı Milli kararı doğrultusunda ulusal sınırlar içinde bir Türk devleti oluşturulması için çalışmıştır. Ermenilere ve Yahudilere karşı izlenen ortak tutum Yunanlılara karşıda sürdürülmüş, Abdülhamit Balkan savaşı sırasında Yunanistan’ın büyüme eğilimlerine karşı çıkmış, Atatürk ise ulusal kurtuluş savaşının son sahnesini Yunanlılara ayırarak Megaloidea projesini Yunanlılarla beraber Akdeniz’e dökmüşütr. İslamcı geçinen Abdülhamitçilerle, laik devlet savunucusu Atatürkçülerin milli tarihimizin bu gerçeklerini bilerek antiemperyalist cephede yeniden Kuvayı Milliye günlerinde olduğu gibi biraraya gelmelerinde Ön Asya’da Türk varlığının korunabilmesi açısından tarihsel zorunluluk vardır. Emperyalist ve Siyonist çevreler bu durumu iyi bildikleri için, ılımlı İslam ya da Büyük Orta Doğu gibi kendi çıkarlarına uygun düşen projelerle, Müslüman Türk halkı ile laik cumhuriyeti savunanları birbirlerine karşı kışkırtmaktadırlar. Medya gücü böylesine bir kışkırtma doğrultusunda geliştirilen, psikolojik savaş senaryolarını kamuoyuna taşımak için kullanılmaktadır. Küresel sermaye bu doğrultuda Türk medyasına girerek emperyal politikalar doğrultusunda devleti ve milleti baskı altına almaya uğraşmaktadır.
***
Bugün yaşanmakta olan emperyalist oyunlar ve senaryoların hiçbirisi yeni değildir. Abdülhamit ve Atatürk döneminde uygulanmış olan anti Türk ve Müslüman politikaların benzerleri günümüzde yeniden devreye sokulmaktadır. Bu aşamada Atatürkçülerin dikkatli davranarak laiklik adına, gayrimüslimlerin emperyalist oyunlarına alet olmamaları, Abdülhamitçilerin de İslam adına batı emperyalizminin bütün İslam dünyasını ele geçirmeye yönelik oyunlarına kanmamaları gerekmektedir. Aradan emperyal güçler ve onların yerli işbirlikçileri çekildiği zaman, Türk milleti tıpkı Kuvayı Milliye günlerinde olduğu gibi emperyalizme ve Siyonizm’e karşı açıkça birlik ve bütünlük içerisinde hareket edebilecektir.
***
Müslümanlar Abdülhamit’in Avrupa görmüş bir devlet adamı olarak çağdaş uygarlıktan yana olduğunu, batılı bir devlet ve toplum yaşamını Osmanlı ülkesine getirmek için elinden geleni yaptığını, çağdaş bir devlet yapılanması ile beraber yeni eğitim kurumları ile aydınlık bir ülke kurmak için çaba gösterdiğini hatırlamalıdırlar. Osmanlı kadınını topluma kazandırmak isteyen Abdülhamit’in çarşaf giymeyi yasakladığını bugünün türbancıları iyi bilmek durumundadırlar. Batılı bir yaşamın simgelerinden birisi olan içkiyi Atatürk’ün rakı ile Abdülhamit’in rom ile günlük yaşamlarına taşıdıkları gene anımsanması gereken olgulardan birisidir. Her ikiside Arap tipi bir dini düzen peşinde olsalardı, çağdaş batılı yaşamın bir simgesi olan içkiyi toplumun önünde kullanmazlardı. Çarşafa karşı çıkmakta ve içki kullanmakta aynı çizgide olan iki devlet adamının, çağdaş uygarlığa dönük yepyeni bir ülke yaratmak için çaba gösterdikleri söylenebilir. İkisi de dünyanın ortasında bir Türk ve Müslüman toplumun devletini yönettiklerini çok iyi biliyorlardı. Bu doğrultuda jeopolitik konumlarının gerektirdiği her adımı atmaktan çekinmemişlerdir. Müslüman Türkler tarihten gelen böylesine bir bilinci günümüz Türkiye’sinde göstermek zorundadırlar.
***
Abdülhamit Maceristan’dan Endonezya’ya kadar temsilciler göndererek Avrasya kıtasının bütün bölgelerindeki Türk ve Müslüman ülke ve toplumlarla çok yakından ilgilenmişlerdir. Atatürk’te dünyanın ortasında bir Türk devleti kurarken, Avrupa’nın ortasında bir Türk imparatorluğu kurmuş olan Macarlar’dan yararlanarak bu ülkenin uzmanları Türkiye’ye davet etmiş ve onların deneyimlerinden yararlanarak, çağdaş Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur. Osmanlı İmparatorluğu gibi Türkiye Cumhuriyeti de bir Avrasya devletidir. Bu nedenle Viyana’dan Pekin’e kadar olan bütün Avrasya sahası Türklerin yaşam alanıdır. Atatürk’te Macar uzmanlarla beraber çalışırken, Afganistan ordusunun kurulması için bu Türk ülkesiyle yakından ilgilenmiştir. Böylesine tarihi gerçekler hem Abdülhamit’in hem de Atatürk’ün Avrasyacı devlet adamları olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu bir dünya imparatorluğu olarak merkezi coğrafyada tam altı yüzyıl egemen olmuştur. Bugün Osmanlı’dan meydana gelen otorite boşluğunun doldurulabilmesi için Atatürk’ün Türkiye’sinin tarihten gelen bilinçle öne geçmesi ve bir Avrasya bütünleşmesine giden yolda, Merkezi coğrafyanın devletlerinin bir araya gelmesinden oluşacak Merkezi Devletler Birliği’nin oluşumu için öncülük yapması gerekmektedir. Dünya barışını kalıcı kılacak böylesine bir yeni yapılanmada Atatürkçüler ile beraber Abdülhamitçilerin beraberce hareket etmeleri bütün emperyalist oyunları bozacak ve saldırılara karşı önlem olacaktır.

11 Aralık 2018 Salı

KEMALİZM VE SİYONİZM "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" (Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi Haziran 2008, Sayı: 117) -Türkiye ile İsrail devletlerinin aynı bölgede iki yakın komşu olarak yer almaları nedeniyle bu iki kavramın gerçek yönlerinin olduğu gibi kamuoyuna yansımasını engellemiş ve bu nedenle Türk kamuoyunda bir bilgi eksikliği ortaya çık­mıştır.


KEMALİZM VE SİYONİZM
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
(Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi Haziran 2008, Sayı: 117)

Birbiriyle hiç ilgisi yokmuş gibi görünen bu iki kavram aslında birçok yönden yakın bir ilişki ve bağlantı içindedir. Türkiye ile İsrail devletlerinin aynı bölgede iki yakın komşu olarak yer almaları nedeniyle bu iki kavramın gerçek yönlerinin olduğu gibi kamuoyuna yansımasını engellemiş ve bu nedenle Türk kamuoyunda bir bilgi eksikliği ortaya çık­mıştır. Soğuk savaş döneminde, dünya dengeleri farklı bir çizgide olduğu için bu bölgenin gerçek durumu belirginlik kazanamamış, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra ortaya çıkan şaşkınlık ortamında gerçekçi bir değerlendirme yapılamamış, aradan yıllar geçtikten sonra geleceğe dönük gerçekler yavaş yavaş gün yüzüne çıkmağa başlamıştır. Birbiri ardı sıra gündeme gelen olaylar, bunların yansımaları ve birbirini etkilemeleri karşısında dünya kamuoyu ile birlikte, Türk dünyası da işin görünmeyen yönlerini görmeğe başlamış ve bu doğrultuda geleceğe yönelik olarak daha gerçekçi değerlendirmeler yapılabilme aşamasına gelinmiştir. Bu yazı; yeni dönemin verileri ışığında hazırlanmış olan bir reel politik değerlendirme olarak hazırlanmıştır.
**
“Kemalizm”, Türk ulusunun var olma ideolojisinin adıdır. Türkler on bin yıllık bir halk topluluğudur. Fransız Devrimi sonrasında başlayan uluslaşma sürecinde, çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu’nun, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yıkılışını izleyen Ulusal Kurtuluş Savaşı sayesinde Türkler, çağdaş anlamıyla bir ulus olarak ve ulus devlet bütünlüğü içinde tarih sahnesine çıkabilmişlerdir. Batının önde gelen emperyalist devletlerinin Anadolu işgaline karşı Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde bir ulusal direniş sergileyen Türkler, savaş sürecinde çağdaş anlamda bir ulusal varlık ortaya koyabildikten sonra, devletlerini kurmuşlar ve günümüze kadar bu Türk ulus devleti Türkiye Cumhuriyeti olarak varlığını sürdürmüştür. Üç kıtanın çeşitli bölgelerinde yaşayan Türk asıllı kavimler ve topluluklar yaşamlarını sürdürürlerken, dünyanın jeopolitik merkezindeki çok uluslu Türk imparatorluğunun yıkılması üzerine, Anadolu ve Rumeli halkı çağdaş anlamda ulus devletlerini, Osmanlının merkez ülkesi olan Anadolu'da, “Misak-ı Milli” sınırları içerisinde tarih sahnesine çıkarabilmişlerdir. Ulus devletler çağı Avrupa'dan başlayarak bütün dünyaya yayıldığı süreçte, Türkler Orta Asya gibi tarih sahnesine çıktıkları bölgede değil ama daha sonraki gelişmeler çerçevesinde dünyanın merkezi bölgesi olan Ön Asya'da kendi ulus devletlerini oluşturarak, modernizemin insanlığa armağanı olan uluslaşma sürecini tamamlamışlardır. Kemalizm, bu süreçte Türklerin uluslaşması ve ulus devlet kurma olgusunun düşünce yapısıdır.

Türkiye’de; Atatürk, Atatürkçülük ve Kemalizm üzerine fazlasıyla kitap yayınlandığı için, emperyalizmin güdümünde, dış güçlerin yönlendirmesi altında olmayan, ulusal eğitim süzgecinden geçerek ulusal olma onurun taşıyan, özgür düşünce ortamında yaşama olanağı bulan Türkler, hem ulusal önderleri Atatürk'ü çok iyi bilmektedirler hem de Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş ideolojisi olan Kemalizm’i yakından tanımaktadırlar. Ne var ki, aynı durum İsrail ve Siyonizm’i için Türkiye'de söz konusu olmamıştır. Çünkü bu yeni küçük devlet ile onu yaratan tarihsel ideoloji üzerinde yayın yapılması, bu düşünceyi savunan kesimler tarafından engellenmiştir. Buna rağmen, günümüze kadar Türk dilinde yüzlerce kitap, İsrail Siyonizm ve Yahudiler üzerine yayınlanmıştır. Bugün gelinen aşamadan bu konuları din ve ırk düşmanlığının dışında ele alarak inceleyebilecek derecede yayın, Türkçeye kazandırılmıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca İsrail, Siyonizm ve Yahudiler ile ilgili olarak Türkçede bin den fazla kitap yayınlanmıştır. Ayrıca dergi ve gazetelerde sürekli olarak bu konularda yayınlar yapıldığı için konu, Türk kamuoyunda da açıklığa kavuşmuş ve bu doğrultudan, bilimsel araştırmalar ve yayınlar, tıpkı diğer konularda olduğu gibi bir normalleşme süreci içerisinde birbiri ardı sıra yapılabilmiştir. Bugün gerek Internet üzerinden, gerekse kütüphane kataloglarına dayanarak, İsrail Siyonizm ve Yahudilik konuları artık bilimsel araştırma alanında normal bir çizgide ele alınarak çeşitli çalışmalara konu yapılabilmektedir. Ben de bir bilim adamı olarak, vatandaşı olduğum Türk Devletinin ortaya çıkış ve varlık düşüncesini yansıtan Kemalizm ile bu coğrafyada bir ırk ve din devleti olarak ortaya çıkan İsrail Devletinin var oluş ve yaşam düşüncesini yansıtan Siyonizm’i, karşılaştırmalı metodoloji çerçevesinde ele alarak bir değerlendirme yapmayı denemeye çalışacağım.
**
Çok uluslu imparatorluklardan ulus devletlere geçilirken, Avrupa kıtasında Hıristiyanlarla birlikte yüzyıllarca çeşitli ülkelerde yaşamlarını sürdüren Yahudiler, dışlanmağa başlanmış ve Yahudiler de, bir ulus devlete sahip olma arayışı içine girmişlerdir. Roma İmparatorluğu döneminde başlayan ortak yaşam, Orta Çağ'da çekişmeye dönüşünce, karanlık çağlarda birbirini yok etme girişimleri yaşanmış, bu girişimlerden sonuç alınayanınca, Rönesans ve Reform ile dünyaya açılma başlamış ve Avrupa merkezli sömürge imparatorlukları sayesinde insanlık bütün dünyaya yayılmış, Fransız Devrimi sonrasında Avrupa'da ulus devlet modeline geçilmesiyle birlikte, Avrupa kıtasında Hıristiyan devletler birbiri ardı sıra uluslaşma sürecine girmişlilerdir. Bu aşamadan, Yahudiler yine dışlanmağa başlanmış, Rus milliyetçiliğinin katı tutumu Yahudileri hedef alınca istenmeyen olaylar yaşanmıştır. Rusya'da hızla gelişen Yahudi karşıtlığı yeniden Avrupa ülkelerine sıçrayınca, Batıdan yaşayan Yahudiler, yıkılmakta olan Osmanlı İmparatorluğuna gelerek, kendileri için kutsal ilân edilen topraklarda bir Yahudi devleti kurmak istemişler, ancak II. Abdülhamit’in buna izin vermemesi üzerine, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına giden sürece katkıda bulunmuşlardır.

Çanakkale ve Suriye bölgelerinde Osmanlı ordularına karşı Yahudi birliklerinin savaştığını ve imparatorluğun yıkılmasından sonra Nil ve Fırat nehirleri arasındaki kutsal bölgede bir Yahudi devleti kurmak için mücadele ettikleri tarihsel kaynaklarla kanıtlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere ve Fransa devletleri İsrail devletinin, kurulmasına sıcak bakmayınca, Batı ülkelerinde yaşayan zengin Yahudi lobileri, Amerika Birleşik Devletlerine göç etmişler ve ABD’nin gücünü kullanarak, Siyonist ideolojinin temel noktası olan İsrail’in kurulması için çaba göstermişlerdir. Bu aşamada savaş sırasında Rusya’da meydana gelen sosyalist devrim dünyayı iki ayrı kutba bölmüş, Yahudiler bu durumdan yararlanarak göçe devam etmişler, hızla Filistin'deki Yahudi nüfusu artırmağa çalışmışlardır.

Rusya’daki sosyalist devrime tepki olarak Avrupa ülkelerinde faşizm tırmanışa geçmiş, Mussolini ile başlayan süreç daha sonraları Siyonist örgütlerin desteği ile Hitler sayesinde Yahudi karşıtlığına dönüştürülmüştür. Bu süreçte Balkanlar'daki yoksul Yahudi kitleleri, Avrupa'dan kovularak Filistin'e zorunlu göçe yönlendirilmişlerdir. Hitler, bir anlamda Yahudileri Avrupa’dan kovarak, Orta Doğu'da Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin kurulmasına yardımcı olmuştur. Tarihsel süreç içerisinde, Hitler ve İkinci Dünya Savaşı olmasaydı, Yahudilerin Filistin'de devlet kuracak güce ve potansiyele erişmeleri mümkün olmayabilirdi. Savaş sonrasında dünya barışı için kurulan Birleşmiş Milletler örgütünün ilk kararı ile Filistin'de halkoylaması yapılmadan, dünya tarihinde ilk kez bir uluslararası kuruluş kararı yeni bir devlet kurulmuştur. Bu özel durumu yaratan güç, Siyonist lobilerin dünya ekonomisi ve siyasetindeki son derece etkili konumunun bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
**
Takvime göre dünya bugün iki binli yılların başlarını yaşamaktadır. Yahudi takvimini göre ise beş binli yılların ikinci yarısı yaşanmaktadır. Kendi takvimlerini, dünya takviminden daha eskilere götüren bu tutum, altı bin yıla yakın bir süredir bir ayrı varlık olarak dünya tarihinde yer aldıkları inancını göstermektedir. Mezopotamya döneminde dünya tarihine yerleşen bu var oluş olgusu, daha sonraki dönemlerde de devam etmiş ve gerek dinler arası çekişmelerde gerekse daha sonra da uluslararası gelişmelerde her dönemde etkin bir unsur olarak dünya tarihinde belirleyici olmuştur. Roma İmparatorluğu sonrası dönemde, tarihsel olayların doğuşu ve gelişmesinde her zaman Yahudi toplumları ayrı bir unsur olarak devrede olmuşlar ve dünya tarihinin belirlenmesinde etkili güçlerden birisi olarak yönlendirici bir etkiyi her zaman için devrede tutmuşlardır. Bugün de dünyanın en büyük ülkesi olan Amerika Birleşik Devletleri’nde en etkili lobinin Yahudi lobisi olduğu görülmektedir. Ne var ki, örgütlenme düzeyinde bu derece güçlü olmalarına rağmen kendi aralarında çıkan ihtilaflar nedeniyle farklı Yahudi lobileri arasında gündeme gelen ayrılıklar da Yahudilerin gücünü kırmıştır.

Orta çağ Avrupa’sında Hıristiyanlar, Yahudileri ezmeğe çalışırken, Müslüman yönetimindeki Endülüs devletinde Yahudiler, varlıklarını sürdürmüşler hem uygarlığa katkıda bulunmuşlar hem de dünyanın merkez denizi olan Akdeniz üzerinden ticaret ve ekonomideki etkinliklerini sürdürmüşlerdir. Hıristiyanların birliği tarafından 1492’de Endülüs'ün yıkılmasından sonra, Endülüs döneminde İspanya'da yaşayan Yahudiler ikiye ayrılmışlardır. Bir kısmı gemilerle Osmanlı İmparatorluğuna gelerek yerleşmiş, diğer kısmı da dünya kıtalarını keşfeden kâşiflerin ardından okyanuslara açılarak yeni kıtalara yerleşmişlerdir. Böylece dünyanın hem merkezine gelmişler ve Osmanlı ülkesinde yaşam düzeni kurmuşlalar hem de, Batı Avrupa’nın sömürge imparatorluklarının çatısı altında bütün dünyaya yayılarak, dünya ticaretini ve ekonomiyi ele geçirmişlerdir. 0 dönemin merkezi devleti Osmanlı imparatorluğu olduğu için, İspanya dönemi sonrasında Yahudiler, bu devletin vatandaşı olarak merkezi coğrafyanın geleceğinde etkinlik sağlamağa çalışmışlardır. Sömürge imparatorlukları ile dünyaya açılan Yahudiler ise ekonomi ve ticareti ele geçirince, güçlü lobiler oluşturmuşlar ve dünyanın gidişini para gücü ile kendi çıkarları doğrultusunda etkilemişlerdir.

Vestfalya Antlaşması (1648) ile birlikte Avrupa kıtasındaki krallıkların giderek ulusal sınırlar içinde ulus devletlere dönüşme süreci başlayınca, Batıda Yahudi kimliği, yenideni sorun olmaya başlamıştır. Avrupa’daki gelişmeler, Rusya'da pogromlara (kıyımlara) dönüşünce, Yahudi göçleri hızlanmış ve yavaş yavaş kutsal topraklar olarak kabul edilen Filistin bölgesinde bir Yahudi devleti kurma düşü gelişmeğe başlamıştır. Bu bölgenin önemli yerlerinde olan Sion Tepesi bu düşüncenin simgesi haline gelmiş ve daha sonraki dönemlerde bu düşünce “Siyonizm” olarak hızla yayılmış ve bütün Yahudi kitlelerini etkilemiştir. Sion Tepesini dünyanın merkezi yapma düşüncesi ve bu tepenin üzerinde kurulacak bir dünya krallığı düzeni, yeryüzünün çeşitli ülkelerinde baskı ve tepkilerle karşılaşan Yahudi topluluklarının bir yaşam umudu olmuştur. On yedinci yüzyılın Pogromları bu düşüncenin hızla gelişmesine, bütün Yahudi toplumlarını etkisi altına almasına yol açmıştır. Sömürge imparatorluklarında zenginleşen Yahudi lobileri daha sonraları üst düzeyde Siyonist bir örgütlenmeye giderek, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğundan iki kez resmi heyetler aracılığı ile Filistin bölgesini İsrail devletini kurmak için talep etmişlerdir. Osmanlı döneminde dünyaya yayılmış olan dış Yahudiler bir gün kutsal topraklarda bir araya gelme umudu doğrultusunda Siyonizm’e kayarken, Endülüs’ün yıkılması üzerine Osmanlı ülkesine gelen üçyüz bin Yahudi nüfus da, Osmanlı toprakları üzerinde Seferad topluluğunu kurarak, bu merkezi devletin geleceği ile yakından ilgilenmeğe başlamışlardır.
**
Bu dönemde dış Yahudiler Siyonizm’e yönelirken, Pogromların Polonya ve benzeri Doğu Avrupa bölgelerinde yayılmasından korkan Osmanlı Yahudileri, bir kurtarıcı Mesih beklemeğe başlamışlar ve bunun sonucu da Osmanlı’nın Ege bölgesinden bir Hahambaşı kendisini kurtarıcı Mesih olarak ilân etmiştir. Bu din adamını önder kabul eden Osmanlı Yahudileri, bir anlamda iç Yahudiler olarak bu kişinin isminden gelen bir çizgide Şabetayizm’i kendileri için bir yaşam felsefesi olarak seçmişlerdir. Pogromlara tepki olarak dış Yahudilerde Siyonizm bir ideoloji olarak öne çıkarken, Osmanlı İmparatorluğunun merkezi topraklarında yaşayan Yahudiler içeride Sabeayizm'i hem bir din hem de bir var oluş ideolojisi olarak benimsemişlerdir. Osmanlı'nın Ege bölgesinde başlayan bu akım daha sonraları hızla Balkan bölgelerinde yayılmış ve Doğu Avrupa ülkelerini de etkilemiştir. Böylece Osmanlı İmparatorluğu döneminde Musevi toplulukları; iç ve dış Yahudiler olarak ikiye ayrılmış, dışarıdakiler Siyonizm’i bir ideoloji ve inanç sistemi olarak benimserken, Osmanlı İmparatorluğunun topraklarında yaşayan iç Yahudiler de Sabetayizmi, bir inanç ve düşünce sistemi olarak kabul etmişlerdir. On yedinci yüzyılda ortaya çıkan bu durum daha sonraki yüzyıllarda gelişerek bir kemikleşmeğe neden olmuş ve Yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki dünya yapılanmasında ciddi bir Siyonist ve Sabetayist çekişme gündeme gelmiştir. Siyonistler, Osmanlı sonrası dönemde, İngiltere ve Fransa gibi sömürge İmparatorluklar aracılığı ile Osmanlı ülkesine girmeğe çalışırlarken, Osmanlı vatandaşı olan Sabetayistler ise önce Balkan Savaşında kurdukları çetelerle, Balkan bölgesini anayurtları olarak kurtarmak istemişler, ama bunda başarılı olamamışlardır. Vatikan’ın öncülüğünde Avrupa'nın Hıristiyan ülkeleri Osmanlı devletini, Avrupa kıtasından kovmak üzere, Balkan Savaşlarını kışkırtmış ve bunun sonucundan da Sabatay kitleler, Osmanlı'nın ana ülkesi olan Balkanlar’dan kovularak, arka ülkesi olan Anadolu’ya gelmişler ve Balkanlar'da başaramadıkları kurtuluş savaşını Anadolu'daki Türk Ulusal kurtuluş Savaşı’na katkı sağlayarak tamamlamak istemişlerdir. Osmanlı sonrası dönemde Siyonizm, İngiltere ve Fransa aracılığı ile Orta Doğu'ya dış Yahudilerin gelişini örgütlemeğe çalışırken, iç Yahudiler olan Sabeaylar ise Atatürk'ün önderliğinde gerçekleştirilen Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı içinde yer alarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş bir ulus devlet olmasına katkıda bulunmağa çalışmışlardır. Siyonizm ve Sabetayizm, Osmanlı sonrasında merkezi coğrafyada yeni bir düzen kurulması konusunda anlaşamamışlardır. İngiltere, Siyonistlerin projesine karşı çıkarken, Sabetaylarla işbirliği yapmağa çalışmış Siyonistler ise göçler yoluyla gittikleri Amerika Birleşik Devletlerini kullanarak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Hitlerin de katkıları ile bir Yahudi devleti olarak İsrail'i, Orta Doğu'da Birleşmiş Milletler kararı ile kurmuşlardır. Böylece Siyonizm esas hedefine ulaşmıştır ama karşısında Kemalizm'in yarattığı bir Türkiye Cumhuriyeti olgusu ile karşılaşmışlardır. Siyonistler ile Sabetayistler arasındaki çekişme nedeniyle, Osmanlı sonrasında bir Büyük İsrail devleti Orta Doğu'da kurulamamıştır.

Siyonizm; bir ideoloji olarak Yahudilerin kutsal topraklarına dönmelerini Nil’den Fırat’a kadar olan merkezi ülkede bir Yahudi devletinin kurulmasını, Kudüs’ün önce İsrail’in, sonra Büyük İsrail Devleti aracılığı ile merkezi coğrafyanın daha sonra da, Yahudilerin ekonomik üstünlükleri aracılığı ile bütün dünyanın, başkenti olmasını, Siyon tepisinde de bir Yahudi krallığının tahtının oluşturulmasını böylece, Siyon tepesinin dünyanın merkezi olarak bütün dünyaya kabul ettirilmesini savunmaktır.

Bir ulusal ve ırksal hedef koyan Yahudilik, Musevi dini aracılığı ile doğuştan Yahudi olmayan kesimlerden de taraftar bulabilmektedir. Hazar döneminden kala Musevi Tatarlar ile ABD’de hızla yayılan Siyonizm’in ideallerine inanan Hıristiyan kitleleri çatısı altında toplayan Evanjelik tarikatın da, Siyonizm doğrultusunda kati Yahudi lobilerine yardımcı oldukları görülmektedir.

Özelilikle, Türkiye’ye gelen Kırım asıllı Karaimlerin içinde de Siyonizm’in genel hedefleri doğrultusunda hareket edene kesimlere rastlanılmaktadır. Musevi dinini kabul etmiş olan Hazar devletinden kalma Tatarlara ek olarak, günümüzde bir de, Barzani önderliğinde kurulmak istenen Kürdistan devleti nedeniyle Yahudi Kürtler olgusu da gündeme gelmiştir.

Tıpkı, Evanjelikler ya da Karaimler gibi Yahudi Kürtlerin de Siyonizm doğrultusunda hareket ettikleri görülmektedir. İsrail devleti’nin bütün Orta Doğu’nun merkezi olması doğrultusunda, Kürdistan ikinci bir İsrail olarak kurulmakta ve İsrail’in Hazar bölgesine ulaşan kolu olarak Yahudi kimliği içinde Kürt Yahudileri aracılığı ile yer almaktadır. Bir anlamda, Yahudi örgütü olan Siyonizm’in ürünü olarak ortaya çıkan Kürdistan, Yahudi dönmesi olan Sabeytıcıların desteklediği Kemalizm’in kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni, yıkılışa götürecek bir tehdit olarak gündeme getirilmektedir.

Yirminci yüzyılın ortalarında Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkacağı, bölge olarak ilân edilen Kuzey Irak’ta bugün Sabetayların desteklediği, Kemalizm’in ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti ile Siyonistlerin desteklediği Yahudi Kürdistan Projesi karşı karşıya gelmiştir. On yedinci yüzyılda başlamış olan ve yirminci yüzyılda Osmanlı sonrasında iyice yolları ayrılan Siyonizm ve Sabetayizm çekişmesinin günümüzde Kuzey Irak üzerinde düğümlendiği anlaşılmaktadır. İç Yahudilerin destelediği Kemalist Türkiye Cumhuriyeti, günümüzde dış Yahudilerin desteklediği Siyonist Projenin ikinci adımı olan; Yahudi Kürdistan Projesi ile ortadan kaldırılmak istenmektedir.

Bir anlamda; iç ve dış Yahudiler arasında bu çekişme nedeniyle, Türkler ve Kürtler karşı karşıya gelmekte ve bir Türk-Kürt savaş ile üçüncü dünya savaşı başlatılmak istenmektedir. Aklı başındaki, Türk ve Kürt kesimlerinin uzak durduğu bu çekişme; günümüzde Siyonizm’in dünya imparatorluğu hedefi doğrultusunda kışkırtılmaktadır. Türkler bu yüzden dünyanın merkezindeki ulus devletlerini yitirme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Kürtler ise; yeniden bir savaş sürecinde ezilme tehdidiyle yüz yüzedirler.

ABD öncülüğünde yeni bir dünya düzeni oluşturma projesi, Kuzey Irak topraklarında ikinci bir İsrail olarak Yahudi Kürdistan devletinin kurulmasını gündeme getirmiştir, Tevrat ve diğer kutsal kitaplardaki ilkeler doğrultusunda sürdürülen küreselleşme ve bunun uzantısı olan Büyük Orta Doğu Projesi, dünyanın merkezi alanında yer alan bütün İslam coğrafya sının yeniden düzenlenmesini istemekte ve bu doğrultudaki yenilikleri bölge ülkelerine zorla dayatmaktadır. Irak ve Afganistan gibi batı sistemine uzak olan ülkelere asker ve ordu zoru ile değişim dayatılmakta, Türkiye gibi batıya yakın ülkelere ise bu değişim Avrupa Birliği üzerinden demokrasi ve insan hakları gibi kutsal kavramların emperyalist amaçlı kul­lanımıyla baskıyla yaptırılmağa çalıştırılmaktadır.
**
Türkiye Cumhuriyeti önce Büyük Millet Meclisi açılarak yasama yolu ile kurulmuş olan bir hukuk devletidir. Şimdi ise Avrupa Birliği ve küreselleşme gibi süreçler içinde Büyük Orta Doğu gibi projeler aracılığı ile yine demokrasi içinde yasama yolu ile tasfiye edilmektedir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin gündemine gelen bütün yasalar Batı emperyalizminin gündeme getirdiği plân ve projeler doğrultusunda Türk devletini ortadan kaldıran yeni yasaları demokrasi içinde çıkartılmaktadır. Her çıkan yeni yasadan sonra, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir parçası daha ortadan kaldırılmış olmaktadır. Avrupa Birliği, Küreselleşme ve Büyük Orta Doğu gibi plân ve projeler Siyonist lobilerin denetiminde Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulmuş olan Kemalist Cumhuriyeti ortadan kaldırmaktadır. Bir anlamda; günümüz koşullarında küresel emperyalizm üzerinden Siyonizm ve Kemalizm karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır.

Siyonistler, gerçek kimliklerini gizlerlerken Avrupa Birliği, Küreselleşme, Amerikancı ya da Büyük Orta Doğu Projesi doğrultusunda ılımlı İslamcı görünerek açıktan Kemalizm’e ve onun eseri olan Türkiye Cumhuriyeti ulus devletine her açıdan saldırmağa çalışmaktalar ve hiç çekinmeden, Türk devletinin geleneksel yapısını yansıtanı siyasal ve hukuki düzenim ortadan kaldırılması doğrultusundaki her türlü değişim ve yenilik önerilerine sıcak bakarak, bunların gerçekleşmesi ile Kemalist Cumhuriyetin tasfiyesini hedeflemektedirler. Yirminci yüzyılın başlarında kurulmuş olan Kemalist Cumhuriyet, bir yüzyıl sonra küresel emperyalizmi kontrolü altına alan Siyonizm’in saldırıları ile tasfiye edilme aşamasına gelmiştir. Siyonizm, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurdurmuş olduğu küçük İsrail devletini büyütebilmek için, Büyük İsrail'in kurulması doğrultusunda bütün Orta Doğu ülkelerinin küçük parçalara ve eyaletlere bölünmesini gündeme getiren emperyalist projeleri, Amerikan ordusunun ve küresel emperyalizmin desteği ile gerçekleştirmeğe çalışmaktadır. Büyük İsrail'in oluşturulması doğrultusunda Türkiye'nin küçültülmesi, devlet olarak tasfiyesi ve merkezi bölgenin Siyonizm’in tam anlamıyla denetimine geçmesi söz konusudur. Tarihsel süreç içinde emperya­lizme karşı ortaya çıkan Kemalizm, Siyonizm’in denetimindeki emperyalizm tarafından tasfiye edilmektedir.
**
Türk ulusu, Büyük Atatürk’ün önderliğinde sahip olduğu Kemalist Cumhuriyetini dünyanın merkezi coğrafyasından korumak durumundadır. Bu doğrultuda ikinci bir ulusal var olma mücadelesi gündeme gelmektedir. Siyonizm ve emperyalizmin saldırıları karşısında kalan Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan gelen Kemalist yapısını korumak durumunda kalmıştır. Bu aşamada devlet ve millet kaynaşması sağlanarak dışa karşı direnilmesi gerekirken yine Siyonizm ve emperyalizmin ortaklaşa yarattığı senaryolar doğrultusunda, Türkiye'de bir laik devlet ve Müslüman millet çatışması çıkartılmaktadır. Son elli yıldır Siyonizm ve emperyalizmin plânları ve kışkırtmakları doğrultusunda, sürekli olarak iç kavgalarla uğraşmak zorunda kalmış olan Türk devleti, Kemalist yapısını koruyamamış ve bu bölgedeki Kemalizm, Siyonizm çekişmesinde kazanan taraf sürekli olarak Siyonizm olmuştur.

Türk devletinin laik ve çağdaş yapılanmasından fazlasıyla yararlanan İsrail devleti, etkili olduğu Amerikan devletinin gücünü kullanarak, Orta Doğu’da Kemalist Türkiye'yi bütün Arap ve İslam dünyasına karşı bir koruyucu şemsiye olarak kullanmış ve küreselleşme döneminde ise yeni dönemin koşullarına uyarak, ABD desteği ile kendi gerçek Siyonist projesini uygulamaya aktarırken, Türkiye Cumhuriyetinin parçalanmasını ya da dağılmasını zorlayabilecek adımları, Kuzey Irak'taki ikinci İsrail projesi ile dost ve müttefik olduğu Türk devletine karşı atmıştır. Gelinen aşamada, Kuzey Irak’ta Siyonist İsrail ile Kemalist Türkiye karşı karşıya bir durumdadır. Artık eskisi gibi laiklik ya da Batıcı çağdaşlılık çizgisinde bir dayanışma söz konusu değil. Ama bir din devleti olan İsrail'in kendi devlet modelini bölge ülkelerine dayatması söz konusudur. Türkiye Cumhuriyeti de, bir bölge devleti olarak böylesine bir dayatmanın hedef aldığı ülkelerin en başın da gelmektedir. Bu yüzden ABD'deki Siyonist lobinin desteği ile “ılımlı İslam projesi” devreye girmiş, Avrupa üzerinden laik bir devlet kurmuş olan Türkiye'yi, Orta Doğu üzerinden İsrail'in din devleti modeline doğru değişime zorlamaktadırlar.

Siyonizm, bir din devleti olan İsrail'in genişleyebilmesi ve Müslüman coğrafyada İslam dünyasını işbirlikçi bir düzene oturtması için geliştirilen ılımlı İslam modeli, para ile desteklenen cemaatler aracılığı ile gerçekleştirmeğe çalışmaktadır. Bu süreçte İslam cemaatleri ikiye ayrılarak, dışa açık bir çizgiden küresel işbirliğine yönelen cemaatler paraya boğulmakta ve giderek kapitalistleşen İslam cemaatleri aracılığı ile Müslüman ülkeleri uluslararası kapitalist sistemin denetimi altına alınmakta, zenginleşen cemaatler öne geçerken, ulus devletler ve onların kendi toplumlarındaki ulusal yapıları bütünüyle tasfiye edilmektedir. Dıştan para ile desteklenen projelerin tamamı ulus devletleri tasfiye eden ve kapitalistleşen cemaatler aracılığı ile İslam dünyasını Siyonizm ve küresel emperyalizmin denetimine açın girişimlerdir. Bu yoldan küçük İsrail tüm İslam dünyasını denetimi altına alarak Büyük İsrail projesinin önünü açmaktadır.

Kemalist Cumhuriyetin kurucusu Atatürk, henüz İsrail devletinin kurulmadığı bir dönemde, Çankaya köşkündeki bir söyleşi sırasında; İsrail devletinin, merkezi coğrafyadan uzak bir yerde Avustralya’da, oluşturulması gereğini dile getirmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu sonrasında dünyanın merkezi coğrafyasında bir ulus devlet kuran Büyük Atatürk, Yahudilerin iki bin yıllık geri dönüş senaryolarını ve üç yüz yıllık Siyonizm’in tarihini iyi bildiği için, Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasıyla birlikte, kendi kurmuş olduğu ulusal ve laik cumhuriyetin tehlikeye gireceğini görmüş ve İsrail için Avustralya kıtasını adres olarak göstermiştir.

Yahudilerin kendi ırk devletlerini kurabilmeleri için; İngilizlerin Uganda'yı, Fransızların Madagaskar'ı önermelerinin reddedildiğini iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk, kendi geliştirdiği Kemalist model ile Siyonist devlet modellerinin karşı karşıya geleceğini ve bir çatışmanın ortaya çıkacağını, jeopolitiği iyi bilen bir askeri otorite olarak önceden görebilmiştir. Çünkü Filistin'de kurulacak küçük bir İsrail devleti, bir buçuk milyarlık İslam dünyası içinde farklı bir din devleti olarak ayakta kalamazdı. Küçük İsrail'den Büyük İsrail’e geçiş için ikinci bir atılıma gereksinme vardı.

Sovyetler Birliği döneminde küçük İsrail bölgede yerleştirildikten sonra, Sovyet sonrası dönemde Büyük İsrail atılımına sıra gelmiştir. Böylesine bir büyük atılım ise küçük bir devlet olan İsrail'in gücü ile olamazdı. Dünyanın süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri’nin gücü bu doğrultuda kullanılması gerekiyordu. Bu doğrultuda, küreselleşme ve yenidünya düzeni açılımları yapıldıktan sonra, 11 Eylül kışkırtması (provokasyonu) ile eyleme geçildi ve bugünkü durum, Amerikanın İslam dünyasına askeri saldırısı ile proje devre­ye sokulmuş oldu.
**
İsrail'i ve Siyonizm’e tehdit eden en büyük ve güçlü Arap devleti olar Irak öncelikle bir askeri saldırı ile tasfiye edilmiştir. Bu devletin topraklarında yaşayan bir alt kimlikli etnik grup işbirlikçi bir çizgide örgütlene­rek, Kuzey Irak'ta bir kukla devlet Siyonizm’in ise Büyük İsrail'in çıkarları doğrultusunda Orta Doğu ülkelerine bir kukla devlet oluşumu dayatılmıştır. Büyük İsrail amacı doğrultusunda kukla devlet Büyük Kürdistan’a dönüştürülerek İran, Suriye ve Türkiye'nin parçalanması Irak'ın dağılmasından sonra gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır. İran gibi diğer bölge ülkelerinin parçalanmaları ve ortaya küçük eyalet devletçiklerinin çıkartılması yine Siyonizm’in savunduğu Büyük İsrail projesine uyguna düşecek adımlar olarak görünmektedir.

Böyle bir aşamada Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu sağlayan Lozan Antlaşmasını delen yasalar çıkartılmakta ve batı emperyalizminin İngiltere üzerinden bu coğrafya için önerdiği Sevr haritası yeniden güncelleştirilmektedir. Balkanlar da başlamış olan ikinci Balkanizasyon projesi Yugoslavya’nın dağılmasından sonra, tıpkı yirminci yüzyılın başlarında olduğu gibi yeniden Sevr haritalarıyla Balkanizasyon, Anadolu’ya ve Orta Doğu'ya taşınmak is­tenmektedir. Bu süreçte, Siyonizm, Batılı emperyalist devletler ile bölge ülkelerine karşı işbirliği yapmaktadır.

Beş yüz yıllık sömürge imparatorluklarının ticaret merkezlerinde ekono­miyi ele geçiren Yahudi lobileri, dünyanın merkezine yerleşerek, Büyük İsrail'in merkezinde yer alacağı bir dünya imparatorluğu kurmağa yöneldiği aşamada, sahip oldukları büyük ekonomik gücü, küresel sermaye olarak bölge­ye getirmekte ve bölgedeki her şeyi para gücü ile satın almaktadırlar. Türk devletindeki son dönemde gerçekleştirilen özelleştirmelerde hep küresel sermayenin, Siyonist lobilerin yönlendirmesi ile hareket ettiği görülmektedir. Bir anlamda küresel sermaye aracılığı ile Yahudi lobileri Türkiye üzerinde, Orta Doğu'ya gelmekte ve her şeyi satın alarak, devletleri tasfiye ederken, halkların ve ulusların ülkelerini de para gücü ile ellerinden al­maktadırlar. Siyonizm, Amerika’daki Yahudi lobilerinin örgütlü gücü ile ABD gücünü kendi çıkarları doğrultusunda kullanmakta, en büyük Arap tehdidi olan Irak'ın tasfiyesinden sonra, büyük Şii tehdidinin merkezi olan İran’ı saldırı ve savaş yolu ile ortadan kaldırılmak istenmektedir. Bu arada Batı emperyalizminin ve Siyonizm’in bölgedeki üssü olarak kullanılan Türkiye ise demokrasi içinde yasama yolu ile tasfiye edilerek, Büyük İsrail plânı doğrultusunda Anadolu'da gayrimüslim küçük eyalet devletlerinin önünü açacak girişimler, birbiri ardı sıra uygulama alanına getirilmektedir.

Son olarak çıkartılan Vakıflar Yasası hızla Anadolu’daki Müslüman yapıyı tasfiye ederek, eski Bizans dönemine geri dönüşü sağlayacak ve Yeni Bizans Projesinin tipik örneği olarak Türkiye Büyük Millet Meclisinden geçiril­miştir. Özelleştirme, yerelleştirme ve demokratikleştirme var olan yapıların tasfiye edilmesinde, Yeni Bizans ya da Büyük İsrail projelerinin ger­çekleştirilmesinde araç olarak kullanılan politikalar olarak sürekli bir biçimde gündemde tutulmaktadırlar.
**
“Siyonizm” kavramı genel anlamda dinci ya da aşırı milliyetçi kesim­lerin ele aldığı bir sözcüktür. Türkiye'deki laik ve çağdaş uygarlıktan yana olan toplum kesimleri içinde Siyonist kadrolar çok örgütlü olduğu ve gayrimüslim cemaatler bu kavramları kendi çıkarları doğrultusunda kullandıkları içini, Atatürkçü ve Kemalist kadrolar, Siyonizm konusuna uzak kalmışlardır. Siyonizm’i, İslamcı ya da aşırı milliyetçi kesimlerin malzeme olarak kullanması da, Atatürkçü ve Kemalist kesimlerin Siyonizm olgusuna mesafeli davranmalarına yol açmıştır. Bu kesimlerin içinde yer alan bazı Sabetayist ya da Siyonist kadrolar da, Siyonizm kavramının Türk kamuoyundan uzak kalması için çaba göstermişlerdir. Bu çarpıklık nedeni ile haksız yere Müslüman çoğunluk sürekli olarak şeriatçı gösterilmiş, gerçek şeriatçı kesimlerle Müslüman çoğunluk karıştırılmış ve bu nedenle ortaya beklenmeyen durumlar çıkmıştır. Türk toplumunun büyük çoğunluğunu Müslüman olması gerçeği dikkate alınarak, daha dikkatli bir laiklik politikasının uygulanması gerekliliği iyi anlaşılamamış, sanki bütün Müslüman halk şeriatçıymış gibi bir durum yaratılmıştır. Böylesine bir çarpıklık­tan Siyonizm yine yararlanmasını bilmiş ve ılımlı İslam politikalarını destekleyerek, dinci politikaların laik devleti tasfiye edeceği bir iktidarın oluşumuna katkı sağlamıştır. Uluslararası kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda neoliberalizmi savunan gayrimüslim aydınların siyasal İslam’ı ya da ılımlı İslam’ı desteklemelerini sağlamışlara ve bu yoldan, demok­rasi içinde ulus devletin ve laik cumhuriyetin tasfiyesine giden yolu açmışlardır. Türkiye'deki İslamcılar ile neoliberallerin ulus devlete ve Atatürk'e karşı yürüttükleri ittifakın arkasında; Amerikan Siyonist lobilerinin etkisi olduğu zaman geçtikçe daha iyi anlaşılır bir noktaya gelmiştir. Antiemperyalizm çizgisinde kurulmuş olanı Kemalist Cumhuriyet, Siyonizm’im Büyük İsrail hedefi doğrultusunda ılımlı İslam’ı kullanmasıyla ve liberalle ile ılımlı İslamcılar arasındaki ittifak aracılığı ile ortadan kaldırılmak istenmektedir.

İslamcılar şimdiye kadar Siyonizm’i, din kavgası çerçevesinde ele ala­rak, İslam’ın “cihat” anlayışı çerçevesinde Yahudi devletinin ortadan kaldırıl­masını savunurlardı. Şimdi ise; ılımlı İslamcılar, Siyonizm yokmuş gibi ha­reket etmekte, ABD'deki Siyonist lobilerin desteği ve katkıları ile Büyük İsrail'in gerçekleşebilmesi için Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde kendilerine verilen bütün görevleri yerine getirmektedirler. Sahip oldukları medya kanalları ile bu doğrultuda kamuoyu yaratmaktalar, yine patronu oldukları şirketleri ve holdingleri, emperyalizm ve Siyonizm’in işbirliği ve ortaklığı çerçevesinde, İslam dünyasının uluslararası kapitalist sisteme monte edilmesi doğrultusunda, ABD'den gelen direktifler yönünde, yönlendirmektedirler.

Bu noktada, İslamcılar ikiye bölünmüştür. Milli görüş ve devletten yana olan geleneksel İslamcılar ile Siyonizm’in ve emperyalizmim güdü­mündeki Büyük Orta Doğu Projesine soyunan işbirlikçi ılımlı İslamcılar, ar­tık birbirlerinden ayrı bir çizgide hareket etmektedirler. Siyonizm ılımlı İslam aracılığı ile Orta Doğu'yu Büyük İsrail Projesine ve bölgesel bir konfederasyonun kurulmasına hazır bir hale getirmeğe uğraşmaktadır. Orta Doğu Birleşik Devletlerinin kurulabilmesi için Atlantik Emperyalizmi, İsrail ve Siyonizm’in desteğinde hem Talabani hem de Barzani yönetimlerini kullan­maktadır. Bu iki işbirlikçi önderin güdümündeki kukla devleti ise Türkiye’ye yamayarak, Arapların ve İranlıların tehdidinden korumak istemektedirler. Bir anlamda Kemalist Türkiye; kendisini bölerek ortadan kaldıracak olan emperyalist ve Siyonist projenin, hem uygulayıcısı hem de koruyucusu konumuna getirilmek istenmektedir. Yıllarca aldatılan Türk ulusu ve bölge halkları, iyice aptal yerine konularak, kendilerini ve devletlerini yok edecek plân ve projelere alet edilmeğe çalışılmaktadır.

Bu tür oyunlara Türk ulusunun, yirminci yüzyılın başlarında Atatürk'ün önderliğinde karşı çıktığını Milletimizin, Kemalist Cumhuriyetini korumaya kararlı olduğunu artık batılı emperyalistlerin ve Siyonistlerin görmeleri gerekmektedir. Eskisi gibi soğuk savaş döneminin dehşet dengelerinden yararlanarak, aldatıcı politikaların uygulama dönemi geride kalmıştır.
**
Kemalizm Türkiye Cumhuriyetinin, Siyonizm ise İsrail devletinin kurucu ideolojisidir. Her iki ideoloji de tarihsel süreç içerisinde, dünyamın merkezi coğrafyasında iki ayrı bağımsız devlet meydana getirmiştir. Kemalist Türkiye Cumhuriyeti, çağdaş ve laik bir ulus devlet olmasına rağmen, Siyonist İsrail devleti bir din ve ırk devletidir. İki bin yıl önce Orta Doğudan bütün dünyaya yayılmış olan Yahudiler, bu aşamaya kadar hiç bir yerde bir ulus devlet kurmamışlar ve bu nedenle de uluslaşmamışlardır. Ama Mezo­potamya döneminden başlayarak bir ırk olarak her zaman varlıklarını korumuşlar ve kutsal kitapları doğrultusunda da dinlerini sürdürmüşlerdir. İsrail devletinin arkasında altı bin yıla yaklaşan Yahudi tarihi vardır. Türkiye Cumhuriyetinin arkasında, ise on bin yıllık Türk tarihi bulunmaktadır. Türk­lerin ilk dünya sahnesine çıktıkları Ural Altay bölgesindeki yaşamlarından başlayarak günümüze kadar on bin yıllık bir tarih süreci geçmiştir. İsrail devletinin arkasında altı bin yıllık bir tarihsel birikim ve bilinç vardır. Türkiye Cumhuriyetinin arkasında ise Büyük Atatürk'ün tarih araştırmala­rında ortaya koyduğu gibi on bin yıllık bir Türk tarihi birikimi ve bilinci bulunmaktadır. Türk tarihi ve Türk Dil Kurumları bu doğrultuda kurulmuş, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi yine bu çizgide açılarak bilimsel çalışmalar ile yeni Türk devleti bir bilimsel temele oturtulmağa çalışılmıştır. Yaşamda tek yol gösterici olarak bilimi benimsemiş olan kurucu önder Atatürk, Türki­ye Cumhuriyetini bir bilim ve hukuk devleti olarak örgütlemiştir. Her türlü emperyalist baskıya rağmen, Türk devletinin günümüze kadar varlığını koruyabilmesinin nedeni; bilimsel ve hukuki temeller üzerine kurulmuş olmasıdır.

Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu günden buyana bir yazılı anayasası bulunmaktadır. Ama İsrail devleti bir din devleti olduğu için Tevrat esaslarına göre yönetilmekte ve bir yazılı anayasaya sahip bulunmamaktadır. Anaya­sa konusu olan idari ve hukuki konular belirli alanlarda temel yasalar çıkartılarak düzenlenmektedir.

Siyonizm, bir ulus ya da ulus devlete değil ama bir ırka ve de bir dine dayanmakta, bu ırk ile dinin üstünlüğünü bütün dünyaya kabul ettirmek istemektedir. Siyonizm bu yönü ile doğası gereği emperyalist bir ideolojidir. Kemalizm ise emperyalist devletlere karşı savaşılarak kurulan bir ulus devletin ideolojisi olduğu için antiemperyal bir düşünce sistemidir. Atatürk bütün mazlum milletlerin uyanışı doğrultu­sunda Batılı emperyalistlere karşı savaşarak, Türkiye Cumhuriyetini antiemperyalist çizgide, tam bağımsız bir devlet olarak kurmuştur. Bu açıdan; Kemalist Cumhuriyet bütün üçüncü dünya ülkelerine örnek ve model olmuştur. Bugün de emperyalist Batıya karşı bütün güney ve doğu ülkelerine yine antiemperyalist çizgide Kemalizm ve Türkiye Cumhuriyeti yol ve yön göstermektedir. Türkiye devletini yönetenlerin bu gerçeği iyi bilmeleri gerekmektedir.

Ne var ki; Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizm, Türk devletinin başına, kendilerine yakın işbirlikçi politikacıların gelebilmesi için yoğun baskı uygulayarak, Türk devletinin bağımsız politikalarının önünü kesmektedirler.

Misyonerlik örgütü ve okulları ile kültürel yönden bölgede bulunan ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Orta Doğa ya askeri güç olarak gelmesi ve İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte, Türk devletinin iç ve dış siyaseti her zaman İsrail ağırlıklı olmuştur. ABD'deki Siyonist lobiler aracılığı ile Siyonizm’in ve İsrail'in istekleri doğrultusunda Türkiye istenilen yöne sürüklenmiştir. Yirminci yüzyılın ortalarından itibaren de, Rockafeller Eisonhower ve Fullbright burslusu politikacılar aracılığı ile Türk devleti Atlantik Emperyalizminin ve İsrail Siyonizm’inin istekleri doğrultu­sunda yönetilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, Siyonizm’in ve emperyalizmin yönlendirmesi doğrultusunda, kendi ulusal çıkarlarına tamamen ters düşen doğrultuda hareket ettirilmiş ve kuruluş ideolojisi olan Kemalizm'den saptırılarak, Siyonizm’in ve emper­yalizmin merkezi coğrafyadaki işbirlikçi ülkesi konumuna sürüklenmiştir.

Cezayir gibi bir üçüncü dünya ülkesinin antiemperyalist ulusal kurtuluş mücadelesini desteklemesi gereken Kemalist Türkiye Cumhuriyet’i, Atatürk’ün ölümünden sonar Batı emperyalizminin güdümüne girerek, emperyalist güç olan Fransa’dan yana tavır almak durumunda kalmış ve böylece; bütün Asya ve Afrika ülkelerinin Batı emperyalizmine karşı desteğini yitirmiştir. ABD'yi, İsrail'in çıkarla­rı doğrultusunda yönlendirene Siyonist lobiler, ABD’ye bağımlı olan Türkiye'yi de Amerika üzerinden Siyonizm’in istekleri ve çıkarları doğrultusunda siyasal laboratuar ülke konumuna sürüklemiştir.

Siyonizm ve Atlantik emperyalizminin işbirliği, Türkiye Cumhuriyetini sürekli olarak kuruluş ideolojisi olan Kemalizm’in genel ilkelerinden uzaklaştırmakta, İsrail merkezli Siyonizm sahip olduğu uluslararası lobiler aracılığı ile Orta Doğuda kendi politikalarını yürütmekte ve Türkiye merkezi Kemalizm’in bölgede etkin olmasını önlemektedir. Bağımlı siyasalı kadro­ların işbirlikçiliğinde Kemalist Cumhuriyet, teslimiyetçi bir yapıya tutsak edilmekte, Türkiye'nin jeopolitiğinden gelen üstünlüklerini kullanmasına ve toparlanmalarına izin verilmemektedir. Sürekli saldırgan bir emperyalist yaklaşımla, Türkiye’nin gündemi meşgul edilmekte, Türk kamuoyunun serbest kalmasına izin verilmemekte, Türk ulusunun kendine gelip, dünyadaki gelişmeleri yorumlaması, gelişmeler karşısında kendisine ulusal bir yön çizmesi önlenmektedir. Çünkü ABD ve İsrail’, Türkiye Cumhuriyetinin kendi toparlayarak, eski Osmanlı hinterlandı ile Türk dünyasında etkin bir önderliğe kalkışmasından korkmaktadırlar.
**
Siyonist lobiler, Kemalizm’in gerekli kıldığı böylesine bir bölgesel önderliği Türkiye’nin yapmaması için her türlü engeli çıkartmakta ve kendi yetiştirdikleri işbirlikçi politik kadrolar ile Kemalist Türkiye Cumhuriyetini Siyonist ve emperyalizmin çıkarları doğrultusundan uydu politikalara tutsak etmektedir­ler. Siyonizm emperyalizm üzerinden, Kemalizm’in önünü kapatırken, Büyük Orta Doğu Projesi üzerinden, İsrail merkezli bir büyük siyasal yapılanmayı hasırlamaktadır.

Siyonizm’in, Büyük İsrail Projesini bir İsrail diplomatı olan Oded Yinon, Amerika'da yayınlanan Siyonist lobilerin dergisi olan Kivinum isimli yayın organında 1982 yılında yayınladığı “Orta Doğu İçin Siyonist Plân” isimli makalesinde, dünya kamuoyuna açıklamıştır. Türkiye'de de yayınlana bu makale, Siyonizm’in Orta Doğu ürerinden dünya hegemonya plânını açıkça ortaya koymaktadır. Soğuk savaşın geride kaldığı bu aşamada, artık bütün plân ve projeler açıkça yayınlandığına göre, Türk kamuoyu da Türk devleti ve ulusunun geleceği ile ilgili bütün uluslararası görüşleri ve plânlara öğrenmek ve tartışarak kendi yolunu bulmak durumundadır. İsrael Shahak isimli Musevi yazarın bu konudaki makalesi Umran Dergisinin Nisan–2006 sayısında Türkçe olarak yayınlanmıştır. Oded Yinon tarafından açıklanan; Siyonizm’in Orta Doğu plânı, bölge devletlerinin küçük eyaletlere bölünerek, Kudüs'ün başkent olacağı Büyük İsrail’e bağlanmasını öngörmektedir.

Kuzey Irak'taki Kürt devleti bu doğrultuda bölgedeki dört devletin parçala­narak eyaletlerinin Orta Doğu Birleşik devletleri adı altında bir araya gelmelerinin önünü açacak bir siyasal kart olarak, Siyonizm ve Atlantik em­peryalizmi tarafından kullanılmaktadır. Amerikan devletinin merkezini işgal eden Yeni Muhafazakâr kadro, Cumhuriyetçi Parti iktidarını bu doğrultuda yönlendirmekte, Amerikan Evanjelik Kilisesi de bu doğrultuda Büyük İsrail'in kurulması için çalışmaktadır.

Kuzey Irak'taki kukla devlet Küçük İsrail'den, Büyük İsrail'e geçiş için bir köprü olarak kullanılmakta, Kürt kartı ile Türkiye'nin de içinde yer aldığı dört büyük bölge devleti parçalanarak, eyaletler halinde İsrail ve Siyonizm’in denetime altına girmektedir. Kemalizm açısından hiç bir biçimde kabul edilemeyecek olan bu yeni durum, Siyonizm’in var olması ve yoluna devam edebilmesi açısından zorunlu görünmektedir. Bu açıdan, İsrail’in var olma ideolojisi olarak Siyonizm ile Türkiye Cumhuriyetinin varlık ideolojisi olan Kemalizm karşı karşıya gelmiştir. Siyonizm yoluna devam edebilmek için; liberal kanatlarla ılımlı İslamcıları bir araya getirmekte, yeni ekonomik ve siyasal politikalarla ulus devletin ve Atatürk'ün laik ve çağdaş cumhuriyetinin ortadan kalkmasına giden yollar açılmağa çalışılmaktadır.

Bu aşamada; Türk vatandaşı olan iç Yahudileri temsil eden Sabetaycılar arasında bir bölünmenin meydana geldiği, İsrail'in 1967 yılında Kudüs'ü işgal etmesinden sonra bazı Sabatay kesim­lerin Türk üst kimliğinden vazgeçerek, yeniden ırksal kimlikleri olanı Yahudiliğe geri dönerek, Siyonist lobilerle beraber ortak hareket ettikleri görülmektedir. Özellikle medya ve basında yer alan Sabetaycı kadrolar içinde Sabetyizm'den, Siyonizme geçiş çok hızlı olmuş ve Türk kamuoyundaki dengeler, Siyonizm lehine değişmiştir. Bu nedenle; gayrimüslim liberallerin ulus devlet ve Atatürk karşıtlığında ılımlı İslamcılarla kutsal bir Siyonist ittifaka yöneldikleri açıkça ortaya çıkmıştır.
**
Siyonizm, bir ırk ve dini esas alan, hegemonya projesidir. Kemalizm ise bir ulusu ve laik düzeni esas alan, kendini koruma ve çağdaş yaşam düzeni kurma projesidir. Siyonizm, bir hegemonya arayışı içinde olduğu için emperyalisttir, Kemalizm ise saldırgan Batı emperyalizmine karşı bir direnişin ve ulusal var olmanın, dik durmanın ideolojisi olduğu için, antiemperyalisttir.

Batı emperyalizmine karşı, mazlum Doğu uluslarının uyanışını hedefleyen bir direnişin ideolojisi olarak Kemalizm, bütün yirminci yüzyıl boyunca dünyanın çeşitli ülkelerindeki antiemperyalist, ulusal kurtuluş savaşlarına öncülük etmiş ve yön göstermiştir. Kemalizm bir ulus olarak Türklere yol gösterdiği gibi, emperyalizmin baskısı altındaki tüm diğer uluslara da tam bağımsızlık yönünü göstermektedir. Siyonizm ise Yahudi ırkının üstünlüğü düşüncesinden hareket ederek, küresel sermayeyi denetimi altına alan Yahudi lobilerinin dünyaya ekonomik ve siyasal açıdan egemen olmasını istemektedir. Kemalizm her türlü ırkçı ve dinci düşünceyi dışlarken, vicdan ve din özgürlüğü çerçevesinde herkesin dini inancına saygı göstermiştir. Laik ve çağdaş bir devlet düzeni içerisinde herkesin din ve vicdan özgürlüğü çağdaş bir anayasal düzen çerçevesinde güvence altına alınmıştır. Tevrat'ın anayasa yerine geçerli olduğu İsrail devletinde ise sadece Yahudi ırkından olanlara vatandaş olma hakkı tanınmakta, İsrail sınırları içinde yaşayan Araplara ve Müslümanlara ise eşit bir vatandaşlık hakkı verilmemek­tedir. Çağdışı bir tutumu yansıtan böylesine bir model, İsrail üzerin­den bütün bölgeye örnek gösterilirken, Mustafa Kemal Atatürk'ün bütün din­lere eşit mesafede yaklaşan laik devlet düzeni göz ardı edilmek istenmektedir.

Kemalizm ve Siyonizm kavramları genellikle aşarı dinci kesimlerin beraberce ele alarak saldırdıkları konuların başında gelmektedir. İki ayrı devletin ve düzenin ortaya çıkışının düşünce sistemleri olan bu kavramlarım birbirleriyle karıştırılması son derece tehlikeli sonuçlar yaratmakta ve sanki Kemalizm din düşmanıymış gibi gösterilerek, Siyonistlerin Müslüman katliamlarından yararlanılarak, böylesine olumsuz sonuçlara ulaşılmağa ça­lışılmaktadır. Bu makalede ele alındığı üzere; Kemalizm ve Siyonizm, birbirinden çok farklı ve hatta birbirine karşıt iki ayrı kavramdır. Berabere ele alınmaları ve karıştırılmalarının önlenmesi gerekmektedir.
**
Türk dünyası ile Yahudi dünyasının gerçekleri birbirinden çok farklıdır. Ayrıca, iki ideolojinin kurucuları olan İsrail devleti ile Türkiye Cumhuriyeti’nin koşulları ve modelleri de birbirinden oldukça farklıdır. İslam karşıt­lığında iki ideolojiyi bir araya getirmek oldukça yanlıştır. Ancak bu yanlışlık; Siyonizm’in, Türkiye'yi kullanması doğrultusunda İsrail'in işine yaradığı için sürekli körüklenmektedir. Ulusumuz, Siyonist kışkırtmalara ya da emperyalist oyanlara alet yapılarak, bir Laik-Müslüman çatışmasına sürüklenmemelidir. Türk devletinin milletiyle kaynaşarak yoluna devam etmesi için, Türk ulusu bu durumun farkına varması gereklidir.

Neoliberaller ve işbirlikçi İslamcılar aracılığı Atatürk ve Kemalizm bir tabu olmaktan çıkartılarak her yönü ile Türkiye’de eleştirilmektedir. O zaman İsrail ve Siyonizm’de bir tabu olmaktan çıkartılarak tarihsel ger çekler doğrultusunda ele alınarak eleştirilebilmelidir. Kemalizm ve Siyonizm arasındaki farklılıklar, kamuoyundan gizlenmemelidir. Kemalizm bir saptırma ile Siyonizm ile birlikte ele alınarak, Türk toplumunun Müslüman yapısına karşıymış gibi gösterilmemelidir. Gerçekleri çarptırıcı emperyalist provakosyonlar ve saptırmalar, medyada yer alan Siyonist kadrolar öncülüğünde, emperyalist güçlerin istekleri ve amaçları doğrultusunda, Türkiye de yeni iç çatışmalara ve karışıklıklara meydan vermemelidir.

Kemalizm nasıl her yönü ile tartışılıyorsa, Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’i de, her yönü ile tarihsel gerçekler dikkate alınarak kamuoyu önünde tartışılabilmelidir. 0 zaman Türk devletinin bitmediği, Türkiye Cumhuriyetinin çok büyük jeopolitik üstünlüklere sahip olduğu, Kemalizm’in günümüzde de geçerli olduğu ve Siyonizm ile taban tabana zıt olduğu için örtüşmesinin mümkün olmadığı anlaşılacaktır.

Kemalizm ve Siyonizm, aşırı dincilere ve keskin milliyetçilere bırakılamayacak derecede önemli kavramlardır. Bu nedenle; her iki kavramın bütün boyutları ile gündeme getirilmesi ve her yönü ile tartışılmasında Türkiye Cumhuriyetinin, İsrail devletinin ve bütün Orta Doğunun geleceği açısından sayısız yararlar bulunmaktadır. En azından bölgede kalıcı bir barış düzenine geçilmesinde, Siyonizm ve Büyük İsrail projelerinin savaş isteyen yaklaşımlarının açıklığa kavuşturulması açısından daha geniş boyutlu tartışmalara gereksinme vardır.

Türkler ve Yahudiler bu coğrafyada Araplar ve diğer halklarla barış içinde birlikte yaşayacaklarsa; bütün gerçeklerin ortaya dökülmesi gerekmektedir. 0 zaman görülecektir ki; bölgenin geleceği için sadece ılımlı İslam projesi değil ama aynı zamanda Kemalist projede yol ve yön göstermektedir. Gerçekçi bir laik düzen her zaman için ılımlı İslam projesinden daha fazla bölgenin diş dünya ile bütün­leşmesine yardımcı olacaktır.

Kemalizm’in, Türkiye'de yaratmış olduğu çağdaş laik üniter ve ulusal devlet modeli, bütün bölge ülkeleri için yaşamsal önemde bir örnektir. Bu dikkate alınmadan, Atlantik ötesinden Orta Doğu’nun gelece­ği ile ilgili plân ve projeler uygulama alanına konulamaz.

Siyonizm, artık Kemalizm’i tasfiye ederek bir yere gidemeyeceğini görebilmeli ve Kemalizm’in hem bölge düzenine, hem de dünya barışına olan katkılarını kabul ederek, hakkını teslim etmelidir.

Kemalist Türkiye’nin ayakta kalması bölge barışına hizmet edeceği için, tüm Orta Doğu ülkeleri ile İsrail’in de yararına olacaktır.

KAYNAKÇA
I- Türkkaya Ataöv, Siyonizm ve Irkçılık.
2- Ralph Schoenman, Siyonizmin Gizli Tarihi.
3- İlan Greilsammer, Siyonizm.
4- M.Kemal Öke, II. Abdülhamit, Siyonistler, Filistin.
5- François Georgeon, Kemalizm ve İslam Dünyası.
6- Moshe Sevilla Sharon, Türkiye Yahudileri.
7- Tekin Alp, Kemalizm.
8- Anıl Çeçen, Kemalizm.
9- Anıl Çeçen, Türkiye'nin B Plânı.
10-Anıl Çeçen, Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti.